15 Ocak 2009 Perşembe

Üç ölü dil


Oda soğuk ve nemliydi. GPU subayı Markow, askerlerin yeni yaktığı odun sobasının ön penceresinden görünen alevleri seyrediyordu. Kızıl Ordu'nun Moskova savunması kahramanlarından biriydi. Sovyet Gizli Servisi'nin ileri hatlarda bilgi toplamakla görevlendirdiği en yetenekli subaylardandı. Yanında patlayan o bomba, bir gözünü, sol elini ve kendine güvenini alıp götürmüştü. Yalnız bununla kalmayıp, onu zalim biri de yapmıştı. Bir süreliğine servisin geri hizmetlerine alınması bu nedenleydi. İki esiri korkunç bir şekilde öldürmüştü. Herşeye rağmen, Batıya doğru ilerlemeye hazırlanan General Şukov onu yeniden cepheye sürmüştü, ama 'kendisine çeki düzen vermesi' şartıyla. Yani zalimlik yapmak yoktu. Etrafına yaydığı korku sürüyordu. Resmen onun odası, bürosu sayılan bu barakaya girmek, emir subayının bile çekindiği bir işti. Adı telaffuz edildi mi herkesin irkildiği gizli servisten, GPU'dan olduğu zaten sır değildi. GPU, yani 'Glawnoye Politiçeskoye Uprawleniye', savaşın en ürkütücü isimlerinden biriydi.

Markow, gaz lambasının fitilini büyüttü. Oda aydınlanınca, ne kadar boş olduğu yeniden dikkatini çekti. Bir masa, bir sandalye, harıl harıl yanan soba ve yorulunca uzanabileceği bir kanepe. Hepsi bu kadardı işte. Tam arkasında asılı siyah-beyaz bir Stalin resmi de olmasa duvarlar tamamen boştu.

Kapı büyük bir dikkatle, çekingen bir el tarafından üç kez tıklatıldı.

"Gir" diye gürledi Markow.

Gelen yüzbaşı sağlam bir selam çaktıktan sonra, esirler arasından bir Romen'in çok sayıda dil bildiğini, çok uyumlu biri olduğunu ve belki askeri bürolardan birinde veya GPU'da kullanılabileceği ihtimaliyle alaydan gönderildiğini bildirdi. Markow, siyah bir çapraz bandla kapattığı kör gözünün ardında derin bir sızı hissetti. Geriye doğru özenle taradığı siyah saçları, bir kurdu andıran keskin yüz hakları ve delici bakışıyla kuşkusuz etkileyici biriydi.

"Getir" dedi.

Yüzbaşı dışarı çıktı ve birazdan iki asker eşliğinde geri geldi. Önünde elleri kelepçeli sarışın bir adam vardı. Adam, bir sinema artisti olabilecek kadar yakışıklıydı. Orta boyludu. Saçları özenle traş edilmişti. Almanlarla birlikte savaşan Romen ordusunun yüzbaşı üniformasını taşıyordu. Hiçbir korku belirtisi göstermiyordu, kendinden emindi. Kızıl Ordu saflarında, hatta belki GPU için çalışmaya hazır olduğu anlaşılıyordu. Solcuydu. Onu kendinden emin yapan biraz da bu olmalıydı. Ama gizli servislerin birinci ilkesinin 'kimseye güvenmemek' olduğunu bilmez görünüyordu.

Sorgunun başından itibaren kendinden emin bir tutum sergileyen Romen, berrak sesiyle anlatıyor, her soruyu düşünmeden hemen yanıtlıyordu. Markow, Kızıl Ordu yüzbaşısı ve askerlere dışarı çıkmalarını emretti. bunu garipsemiş olsalar da dışarı çıktılar. Şimdi odada sadece Markow ve onun tam karşısında, alçak bir sandalyede oturan Romen vardı. Markow masasının üzerindeki kağıtları karıştırdı, birşey arıyor gibiydi. Eli olmayan sol kolunu, her zaman olduğu gibi masanın ardına gizlemişti göstermiyordu.

"Fransızcanız fena değil" dedi. "İtalyanca'nızın derecesini ölçecek kadar İtalyanca bilmediğimi itiraf etmeliyim."

Soylu bir aileden gelen Romen, bütün içtenliğiyle gülümsedi. Gaz lambasının titrek ışığına rağmen, Kırklı yaşların ortasındaki Markow'un karşısında oturan bu sağlam erkek modeli, onun yitirdiği her şeye sahipti. İyimser, gülümseyen güzel bir yüz, kusursuz bir erkek güzelliği, dürüstlük, temiz bir geçmiş, asil bir aile ve daha fazlası.

Markow, önündeki İngilizce kitabı gelişigüzel açtı ve ingilizce kısa bir paragraf okudu. Romen, Markow'un okuduğu cümleyi derhal Rusçaya, ardından Almancaya çevirdi.

Markow, önündeki forma bakarak, "En iyi bildiğiniz diller adı altında üç dil yazmışsınız buraya: Latince, Eski Yunanca ve Mısır Hiyeroglif dili."

Romen, "Arkeoloji eğitimi aldım efendim" dedi, "ölü dillere ilgim vardır. Onları atlamak istemedim."

Markow, ona özgü o irkiltici kahkahasını attı. Vahşi, hayvani bir tona sahip bu kahkaha, Romen'in kanını dondurdu. Oturduğu yerde toparlandı, gülen yüzü ciddileşti.

Markow gene kağıtları karıştırdı, birşeyler arıyordu. Sonra aradığını buldu. Elini kaldırdığında, soğuk siyah bir tabanca göründü elinde. "O dilleri ölülerle konuşursunuz artık" deyip sırıttı. Moskova savunmasında gösterdiği üstün başarıdan dolayı kendine hediye edilen 7.62'lik Tokarew TT-33'ü ardarda üç kez ateşledi. Kurşunlardan biri Romen'in gözüne, diğeri eline, sonuncusu da tam kalbine isabet etti. Romen'in güzel yüzündeki ifade donup kaldı. Heryer kan içinde kaldı. Hızla içeri giren askerler, yüzü ve göğsü kandan kızıla kesmiş Romen'in son nefesini vermesine şahit oldular. Yakışıklı subayın elini delip geçen kurşun, ahşap duvarda küçük bir delik açmıştı. Deliği kimse görmedi.

Markow'un silahından çıkan kurşunun açtığı delikten günün ilk ışıkları odaya dimdik girip yeri aydınlattığında, Markow raporunu yazmaktaydı.

"Romen ordusunun piyade yüzbaşı rütbesini taşıyan tercüman Tudor Usarescu'nun, GPU'ya sızmak çin görevlendirilmiş bir 'Gestapo' ajanı olduğu anlaşılmıştır. Sadece ölü dilleri çok iyi konuştuğu ve gizliliğe zarar verebileceği için bir esir olarak da olsa hiçbir Kızıl Ordu bürosunda çalıştırılamayacağına karar verilmiştir. Maskesinin düştüğünü anlayan ajan, son bir hainlik gösterisi yapmak istamiş, yoldaş Stalin'e, SBKP'ye, sevgili vatanımız Sovyetler Birliğine, işçi sınıfının şanlı mücadelesine hakaret etmiştir ve bunun üzerine her hain gibi vurularak öldürülmüştür. Saygılarımla arz ederim. Kalinin 4'üncü Ordusu 21'inci piyade tugayı GPU sekreteri binbaşı Georgi Ivanoviç Markow."

Markow, kurşun deliğinden yatay bir açıyla yere inen günışığı huzmesinin aydınlattığı parlak kırmızı bir leke gördü. Küçük bir kan lekesi. Yerleri temizleyen askerlerin gözünden kaçmış olmalıydı. Kör gözünün ardında, derinlerde, gene o tanıdık sızıyı hisseti. O kırmızı lekeyi ömrü boyunca taşıdı.

29 Aralık 2008 Pazartesi

Cazibe hanımın sahiciliği ve parti savuşturan


Kadınsınız. Hatır-gönül üzerine bir partiye katılmak zorunda kaldınız... Göze batmamak, partiyi savuşturmak için durmanız gereken en uygun köşe hangisidir? Elbette hiçbirisidir. Eğer bayrak gibi kırmızı dekolte bir elbise giyip saçlarınızı platin sarısına boyadıysanız, tuvalete bile saklansanız bütün dikkatleri üzerinize çekersiniz. Dikkat çekmemek ve milletin ilgisini kendinizden uzak tutmak istiyorsanız, herkesin giydiği türden -ama soluk renkli grimtrak birşeyler giyer, makyaj yapmaz ve fazla da gülümsemezsiniz olur biter... Öyle mi?!

Bazıları, nerede durursa dursunlar, ne giyerlerse giysinler mutlaka farkedilirler. Eğer böyle biriyseniz, zaten tanınıyorsunuzdur ve bu durumda ilgiden kaçış yoktur. Yeni moda olduğu üzere buna “karizma” deniyor. Hayır, biz buna “cazibe” diyelim. Karizma, erkeksi bir tınıya sahip. Cazibe kadınsı, dişi bir söz.

Cazibeli biri bir partide ortada salınıyorsa, etrafında üç farklı türden “ilgili” insan türü dolaşıyordur. Bunlardan en iğrenç olanı, çıkar ve iş peşinde koşanlardır. Cazibeli kadının bir sinema oyuncusu olduğunu varsayalım ve mesela “Issız Adam” gibi bir filmde başrol oynamış olsun. Etrafındaki ilgililerin en itici olanları, bir şekilde ondan çıkar umanlar veya cazibe hanımın etrafında görünerek başkalarına hava atmayı düşünenlerdir. Bu tipler her yerde vardır ve inanılmaz derecede arsızdırlar. (Atsineği familyasından oldukları söylenir) İkinciler, cazibe hanımın sahiden tanıdıkları ve onu sahiden seven insanlardan oluşur. Bu kategoride olmak, böyle zamanlarda hiç de rahat bir durum arzetmez. Cazibe hanıma mutlaka güzel birşeyler söylemek, hiç olmazsa durmadan gülümsemeleri falan gerekir -onlardan da bu beklenir. İyi hoş da, bu abartılır genellikle. Mutlaka yanına gitmeler, “Ah canıım, çok güzelsin genee!” demeler, sarılıp öpmeler ve saire... Onunla en azından biriki laf etmeleri zaten şarttır. Böyle zamanlarda böyle cazibeli kişilere takılıp kalmak genellikle pek hoş karşılanmadığından (öyle ya, herkes biraz konuşmak falan ister cazibe hanımla. Her konuşan yanında kalırsa, az sonra koca bir insan öbeği oluşur ki görgüsüzlük sayılır!) konuşmalar kısa tutulur ve kimle konuşacağına zaten sonunda cazibe hanım karar verir -ha bu arada “sıra bana da gelsin” soğuk savaşları bile çıkabilir partide.

Cazibe hanıma ilgi gösterenler arasında en ilginç olanlar, ilgilerini gizlemeye çalışanlardır. Onları gözlemlemek, partinin en güzel, en eğlenceli, en enteresan tarafı olabilir. Gizli ilgililer, bu ilgilerini gizlerler, zira gerçekten çok etkilenmişlerdir. Onunla konuşurken kontrollarını kaybetmekten ve heyecanlarını belli etmekten korkarlar. Böyle bir kadına zayıf görünmek... İşte bunu hiçbir erkek istemez. Bunların arasında, “ben kimim de onunla konuşacağım, yüzüme bile bakmaz” diye düşünenler de vardır elbette, ama biz onları saymıyoruz. Onlar, daha başta kendi komplekslerinin kurbanı olmuşlardır ve muhteşem bir kadınla tanışma şansından, daha o cazibeyi gördükleri an vazgeçip kendi tanıdık-bildik vasatlıklarında güven içinde yüzmeyi kabullenmişlerdir.


Cazibe hanım, filminde canlandırdığı tiplemeye benzememektedir. Normal hayatında, parti-marti takmayan, gittimi de parti köşe kenarlarına saklanmayı tercih eden biri olduğu anlaşılmaktadır. Sıradan dar bir kot pant
olon. marka spor ayakkabılar, v-yakalı bol bir kazak giymiştir. (Buna rağmen iri ve biçimli göğüslerini gizlemeyi başaramamıştır) Soluk renkler. Tabii saçları farklıdır. Onlardan taviz vermemiştir. Saçları özenle taralı ve fönlüdür. İlgi odağı olmak istemediği, herkesle eşit konumda, aynı göz hizasında birarada olmak istediği bellidir. Kalabalıkta iyice kaybolup gitmek istemediği de anlaşılmaktadır (bu zaten mümkün değil). Şu görünmeyen cinsinden hafif makyaj yapmayı tercih etmiştir -hani yüzü canlı ve taze gösteren ama renk taşımayan makyaj... Gülümseyince kocaman gözlerinin içi gülen, bir muhteşem dişi. Tam bir kadın. Güzelliğin özgün bir türevi.

Böyle cazibeli birine, sıradan biriymiş gibi davranmak zordur. Bütün duygularınızı ve heyecanınızı yan odada bırakıp, bir doktorun hastasına yaklaşırken takındığı “bilimsel” soğuklukla yaklaşmak -ki gizli ilgililer genellikle bu yolu tercih ederler- güzelliğe/dişiliğe saygısızlıktır. Toplumsal zart-zurtlar, bilmemne kuralları, böyle partilerdeki hal ve gidiş numaraları, cazibe karşısında önce bi' “t
arafsız” buz kesmeyi gerektirir -be cool!. O buz tavırlardan yola çıkarak yakınlık kurmaya çalışılır genellikle. Yani sahici duygularınızı vestiyere bırakıp çıkarken alacaksınız! Ama Hayır! Bir alternatif daha vardır. Orada en dürüst ve en sahici halinizi takınarak, cazibeden nasıl etkilendiğinizi gösterirsiniz, hatta cazibe hanıma bunu söylersiniz. Ne söylediğiniz hiç önemli değildir. Sıradan bir geveleme bile olabilir. Cazibe hanım sahici biriyse ve sahiciliğini vestiyere bırakmadıysa, sizi mutlaka anlar. Ve sahici olanlar, bu sahiciliğin, içtenliğin değerini bilir. Onca insanın arasından, hiç tanımadığı sizi görür ve bir an, etrafında dönen o ilgili-bilgili yumağından tamamen sıyrılıp, diğerlerinin varlığını unutarak size baktığını hissedersiniz. Gülümser. O bir an, sonsuza kadar uzayabilecek bir andır. Onunla daha sonra geliştireceğiniz sohbetler, o anın ışığında süreceğinden pek önemli değildir artık. Çünkü hiçbir şey o bir anın yoğunluğuna sahip olamaz. Güzellik denen şeyin tıpkı baharda açan hanımeli veya karlar arasından gülümseyen kardelen gibi, önemli ölçüde cinsiyetle ilgili bir şey olduğunu da yeniden anlarsınız bu arada.

Sahici olanlar belki duygu, algı ve gönül anlamında yoğun bir hayat sürerler ama bu, sahiciliğin kusur sayıldığı bir dünyada, sanıldığından çok daha tehlikeli ve zor bir hayattır. O tehlikenin bilincinde olup, buna rağmen sahici olmak elbette harika birşey... Ama bu, ustura gibi keskin bir kılıçla birlikte yaşamaya benzer. Japon kılıcı kınındayken, kılıcın keskin yüzünün kına yakın yerinde kın, bir kağıt inceliğindedir. Yani kılıcı çekerken heyecanlanıp kendine hakim olamayan, veya nefsiyle sorunlu olan, çekme usulünü bilmeyen kişi, kılıcı çekerken kılıç kınını yarıp çıkar ve heyecanlı olanların bir-iki parmağını uçurur. Bu, dandik adamların kılıca el sürmemeleri için düşünülmüş bir önlemdir! Kınındaki bir kılıcı tutmak bile bir özterbiye, yoğunluk ve dikkat gerektirir. Sahicilik de böyledir.

Sahicilik partilerde sık görünmez! Vestiyere bırakılmadıysa, genellikle gözlerden uzak köşelere saklanır. Ama cazibe merkezi de sahiciyse, saklanması imkansızdır.

4 Aralık 2008 Perşembe

Ziyan Olmasın!


Kriz zamanı harcamalarınıza dikkat edin. Hiçbir şeyi ziyan etmemeye azami dikkat gösterin... Kendinizi de ziyan etmeyin... Aşkınızı da?!..

Kadınlar sır küpüdür. Erkekler gibi boşboğazlık edip gönül ve yatak maceralarını uluorta anlatmazlar -en azından erkeklerin yanında yapmazlar bunu. Meraklı biriyseniz, bunun bir yolunu yordamını bulursunuz. Tabii o yol yordam, kişiye göre değişir. Mesela onları kızdırabilir ve sizi yatağa atamayacakları bir noktada provoke edebilirsiniz. Yatak ihtimali varsa, asla böyle şeyleri öğrenemezsiniz, çünkü anlatmazla. Ama o sınırda kalıp o ihtimali tamamen silmeden bazı operasyonlara girişmek... Bu, iyi tanıdığınız insanlarla olur. Dikkat! Çatışmayı ateşten önceki köz halinde tutmazsanız, tokadı yiyebilirsiniz. O halde provokasyonu kıvamında tutmak gerek...

İşte böyle bir danışıklı ağız dövüşünde ortaya saçılacak hikayeleri ziyan etmemek için iktisatlı konuşup hakaretleri, sataşmaları sineye çekmek, işin baş kuralı. Gurur katsayısı yüksek erkek tatlısu mayınlarına, böyle oyunlardan uzak durmaları önerilir. 'Anlatan Kadınlar', böyle durumlarda dinlemeyi bilmeyen adamları, mesela -aslında hakaret olmayan- hakaretlerine kabalıkla karşılık veren adamı dövülmüşten beter edebilirler... Mesela bu meyanda Chizuko'ya çatarsanız iki hareketiyle kendinizi birden yerde bulabilirsiniz -Peşinen söylemiş olalım.

Ama sözünü edeceğimiz kişi Asyalı değil, Avrupalı bir kadın. Claudia (bu takma adı), uzun boylu kumral, tüm kıvrımlarıyla, duygu-düşünceleriyle, ince parmaklarıyla harika biri. Sanat eserleri tüccarı ve sanatçı manegeri. Güzelliklerden ve insandan iyi anlar. Sürekli pantolon giymesine rağmen, çok düzgün bacaklara sahip. (Bunu anlamak için sanatçı olmak gerekmiyor) Kısa saçları he zaman dağınık ve bu ona çekicilik katsayısı yüksek bir serserilik payesi verir. Oturunca erkekler gibi bacak bacak üstüne atar ve gene o dar deri pantolonunu giydiyse, kışkırtıcılığı üzerindedir. Pantolonunun sıkıca sardığı bedeni, her erkeğin bakışlarını üzerine yapıştırabilecek kadar “orijinal”dir. Düzgün yüz hatları, iri mavi gözleri vardır ve o hınzır gülümsemesiyle (ağzının yarısıyla güler) tavlayamayacağı adam yoktur. Tavlar da...

Onunla oynadığımız oyun, bir tür dertleşme oyunu -ama ona özgü o asalet bayrağını yere düşürmeden, kapışarak dertleşmek!.. Olay bir ağız dalaşıyla, tartışmayla falan başlar. O başlatır. Yarı ciddi yarı şaka bir ortamda karşılıklı salvolarla sürer. O gün çatışmayı ben başlattım, durgun halinin nedenini merak etmiştim -merak işte! Kızgınlık anında bana inceden giydirerek anlattığı kadarıyla, bu yıl bir gazeteciyle hızlı bir yaz geçirmiş. Adam müthiş cimri biriymiş. Evindeki Kaniş cinsi köpeğine mama almıyormuş mesela, yemek artıklarını veriyormuş hayvana. Claudia, adamın evinde sağı-solu karıştırırken bir de köpek kamçısı bulmuş, hani şu eski zaman züppelerinin çizmelerine vurarak şaklattıkları, at binenlerin kullandığı cinsten kısa kamçılarından. Onun dilinde bu dalganın adı 'köpek kamçısı'. “Bu da ne böyle” diye kızmış buna. Aklından abuk-sabuk düşünceler geçmiş. Sevişirken kadın döven tiplerden biri olup olmadığını merak etmiş ve bir gece sevişmenin tam en cıvcıvlı yerinde yastığının altından çıkarıp sırtında şaklatmış kamçıyı. Adamın o yollarda bezi yokmuş meğer, kamçı hakkında Bir şey anlatmamış, bir iki ucuz yalan atmış. Sonra bir güzel kavga etmişler. Claudia böyle kavgaların ustasıdır. Kıvamında bitirmesini, sonra barışma ayağıyla ilişkileri tazelemesini falan iyi bilir. O kamçıya takmış.

Claudia, ayrılmak pahasına, gazetecinin ağzından teker teker almış lafları, kamçının evde ne aradığını öğrenmiş sonunda...

Gazeteci, bir önceki sevgilisi tarafından fena halde boynuzlanmış. Kadına haddini bildirmek için üşenmemiş, Londra'daki bir aksesuar dükkanından o kamçıyı almış. Kadını iş arkadaşıyla yakalayıp bir temiz dövmüş. Kamçı oradan... Adam sevişirken kamçıyı yiyince, hak yerini bulmuş olmuş -Claudia öyle deyince konu anlaşıldı.

Bildiğim Claudia nezdinde, böyle durumlarda bir kamçı darbesiyle hak yerini bulabilemez!.. Claudia'nın gözünde bu kadar hafif bir cezayla kurtulabilen birine... Claudia az buçuk yanmış olmalı... (Yoksa bahse girerim, adamı fena harcar, olmadı pata-küte girişirdi) Bu ihtimali sezdirince, önündeki kadehi eliyle itip kendinden uzaklaştırdı, sigarasını söndürdü ve bana “Lan sen de şimdi...” diye başlayan karışık bir cümle kurdu. Hani şu, öfke savuşturan cümlelerden, içeriği önemsiz, hatta belirsiz olanlardan...

Claudia adamı hemen terketmemiş. Hmm... Kamçı hikayesini çözene kadar... Adam sonunda şakayla karışık (bir marifetmiş gibi) doğruyu söylemiş. Eve neden köpek aldığını falan anlatmış. -Kel alaka?- Adam cümlesini tamamladığı an, Claudia gene böyle sigarasını söndürmüş ve adamın suratına bile bakmadan, bir “Adieu” bile demeden onu oracıkta terketmiş.

Adamın lafı aynen şuymuş: “Dayak olayının ardından o kadınla ayrıldık. Geriye de o kamçı kaldı. Ben de ne yaptım biliyor musun? Kamçı ziyan olmasın diye bir köpek aldım.”

Adamın bunları sırıtarak nasıl anlattığını gözümde canlandırabiliyordum. Hayretten çenemin yerlere düştüğü "E pes!" vaziyetlerindeydim!.. Peki Claudia adamı neden benzetmemiş?.. Aklıma gelen ilk soru buydu.

Sessizlik...

Evet!... Demek ki!..

Sigarasını söndürünce oynadığımız ağız dalaşı sona erdi. Üzgündü... (kızgın değildi!..) İlk çatışmamız olmadığından, atmosferi şenlendirip gönlünü almak zor olmaz diye düşündüm, ama bu kez farklıydı. Bunu derhal sezinleyemediğim için kendime kızdım. Biz bahaneler uydurarak sırlarımızı birbirimize anlatırdık böyle... Kadınla erkeğin cinsel gerilimini arkadaşlığa kurban etmemek için, işi kadın-erkek kavgasına dökmek hoşumuza giderdi. Arkadaşlık sınırlarında gezinen o elektriklenmeyi cazırdatmadan kıvamında tutmayı severdik. Ama aşık olduğunu anlayamamıştım -hem de berbat bir herife. (İşin daha berbat yanı, o gazeteciyi tanıyordum -da bu kadar cins biri olduğunu bilmiyordum) Adamı bulup Claudia ile barışmaya ikna etmek gibi bir iyilik yapabilecek durumda olmama rağmen, yaptığı sopalık iş için parmağımı bile kımıldatmak istemezdim. Kısacası... Bu tip jestlere kapalı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu, boğazım sıkılırcasına anladım. Halbuki Claudia'nın aşık olduğu bir kişi çiçek alıp onun kapısında ağaç olsa, kesinlikle umut vardır... Öyledir... Ama anlattığı cins bir adam, Claudia'nın kapısında köpek olsa Claudia onu affetmez... Bilirim... Aşık olsa da affetmez.

Claudia aşk acısını belli etmeden çekmiş... Belli etmeden mi?!.. Bana...

Claudia başını kaldırdığında gözleri dolu doluydu. Saklamak istememişti. Bir yıl sonra artık gizlenemeyen gözyaşları...

Çözüldüğüm an.

Yav!... Çok özür dilerim... çok!.. özür dilerim... İşin ölçüsünü kaçırdım işte... Bu oyunda bu ihtimal hep vardır, ama asla o noktaya gelmemiştik. Benim eşekliğim... Söz veriyorum, sana en derin aşk yaralarımdan birini sezdireceğim ve erkekliği-merkekliği takmadan zarıl zarıl ağlayacağım yanında. O halimle kafa bulursan, kesinlikle kızmayacağım... Evet kızmayacağım...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Halifax'ın haritadan silindiği gün


6 Aralık 1917. Kanada'nın Atlas Okyanusu'na açılan elli bin nüfuslu Halifax şehri ve limanında rutin bir sabah. Hava açık ve güneşli. Dok işçisi 'Mahmud the Turk', uzun bir gecenin tatlı mahmurluğundan uyanmış, sahilde. Denize bakan peykelerden birinin üzerine ilişmiş, sarı Suriye tütününden sardığı cigarasını tellendiriyor. Hava soğuk ve Mahmud böyle günlerde, Balkan Harbi'yle birlikte Bulgaristan'ın Deliorman bölgesinden İstanbul'a göçtükleri günleri hatırlıyor. Kağnılar. Karlı ovalar. Kesici soğuk ve savaş. Yaşadıkları, onun doğuştan isyancı, saldırgan yanını iyice biledi, o zamandan beri başı dertten kurtulmadı. Tek şansı, henüz hapse girmemiş olması.

Mahmud, muhacir bir ailenin çok sevilip şımartılmış en küçük deli oğlu. Ailesiyle İstanbul'a geldikten sonra yaptığı ilk iş, pala bıyıklı bir posta müvezzini pataklamak oldu. Nezarete atılmamak için de, ailesine veda edip Amerika'ya giden ilk gemiye atladı. Geminin Amerika'ya değil de Kanada'ya gittiğini ve bu iki ülke arasındaki farkı, gemiden indikten sonra öğrendi. Arkadaşlarının taktığı adıyla 'The Turk' yirmibeş yaşında, üç yıldır evli, severek evlendiği güzel bir karısı ve iki yaşında küçük bir oğlu var.

Mahmud, Cihan Savaşı patladığından beri hayatından hiç memnun değil. Almanlarla müttefik olmuş Türkiye'den haber alamıyor. O taraflardan bu tarafa deniz trafiği iyice seyreldiğinden, Halifax'a Türk gemisi gelmiyor. Mahmud'un diğer sorunu, rıhtımdaki birahanelerde yasaklı olması. 'The Turk'ün herzamanki deliliklerine ve şakalarına müsamaha gösterilmiyor.

Mahmud yenilgiye alışık biri değil. Çanakkale savaşından sonra Türklerin büyük zaferini anlatmaya kalkıp denizcilerle ağız dalaşına girince, daha önce hiç yemediği kadar temiz bir dayak yedi ve bunu henüz hazmedemedi. O zamandan beri karizma sorunları var, geceleri uyuyamıyor ve sarsılan özgüvenini tazelemek için bir yıldır şeytana uyup karısını aldatıyor. Ona kalsa bu sadece bir seks ilişkisi. Ama sevgilisi Nina yatakta öyle bir afet ki, Mahmud ona müptela. Bir türlü bitiremiyor bu ilişkiyi. Karısı Elisabeth, kızıl saçlı, çilli ve güler yüzlü bir kadın. İyi bir eş, iyi bir anne. Böyle güzel bir kadını Mahmud'un neden bir başkasıyla aldattığını, anlamak kolay değil. Mahmud'un asıl derdi kendisiyle.

Nina, arkadaşlarından birinin karısı. Onu Noel eğlencesi sırasında tanımış ve “bir seferden ne çıkar” diye yatmıştı. Şimdi, onunla yattığı her seferinde pişman oluyor, ardından tövbe ediyor. Evine gidince, henüz bebek olan oğlu Ali'nin yumuk yumuk ellerini, karısının yanaklarını öpüp içinden özür diliyor. Karısının olanları hissetmesinden korkuyor. Elisabeth, olanları hissediyor, kocasının kendini sevdiğini biliyor. Kadınlara özgü o anlaşılmaz sabırla kocasının bu macerasını sonlandırmasını bekliyor. Mahmud da, kızıl saçlı Eli'sini' seviyor, ama dönüp dolaşıp Nina'nın yatağında buluyor kendini. İşte gene öyle bir günün sabahı. O Elisabeth'in, Nina da kocasının Halifax'da olmamasını fırsat bildiler. Mahmud, bu ilişkiyi kimbilir kaçıncı kez bitirmek istediğinden söz etti. Nina'ya gene bunun “son kez” olduğunu söyledi. Ve ilk kez bütün gece birlikte olduğu Nina'nın kollarında uyandı. Gene üzgün, gene pişman.

İki saat kadar sonra Halifax'a inecek trende 'Kızıl Eli'si ve 'Topaç Ali'si olacaklardı. Liman'ın hemen yanındaki tren garına, onları karşılamaya gidecek, içinden gene defalarca özür dileyecekti. İçinden.

Halifax'dan ayrılan bazı gemilerin son birkaç aydır Avrupa'daki cephelere cephane taşıdığını ve o patlayıcı maddelerden yapılan kurşunların, top mermilerinin, Almanlara ve Türklere sıkıldığını biliyordu Mahmud. Alman denizaltılarını limandan uzak tutmak için liman girişine derinlere asılan çelik ağ, onun çalıştığı doklardan birinde yapılmıştı. O ağ sayesinde Halifax'lılar yeteklerında rahat uyuyorlardı.

Liman'a bakan bloklardan birinde oturan ve arka kapıdan Mahmud'u sık sık eve alan Ninanın kocası Thomas da bugün New York'tan geliyordu. Çalıştığı 'Mont Blanc' gemisi, birçok benzerleri gibi mühimmat ve patlayıcı madde taşıyordu. Thomas'ın sırıtarak anlattığına göre gemi, Büyük Britanya Kraliçesi'nin Kuzey Amerika'daki en önemli lojistik limanı Halifax'a uğradıktan sonra okyanusu aşarak Avrupa'ya gidecekti. Bu gemiler Alman denizaltıları tarafından sık sık batırıldığından, bu kez İngliz donanması onlara eşlik edecekti. Batırılan gemilerin taşıması gereken mühimmatı da taşıdığından, ağzına kadar cephane yüklüydü. Mahmut Thomas'a, "Amerikan silah fabrikalarının ürettiği silah ve mühimmat olmasa, İngilizler'in Almanlar ve Türklerle biraz zor savaşacağını" söylemişti, ama buralarda Mahmud'u ve böyle "The Turk" sözlerini dinleyecek kimse yoktu. Savaş rüzgarları dönüyor olmalıydı. Gazetelere bakılacak olursa Almanlar kaybediyordu ve bu da Mahmud'u ifrit ediyordu. Thomas'a, savaşa, kendine kızdıkça Nina'ya gidiyordu gizli gizli.

Halifax'dan her hafta otuz-kırk gemi kalktığı oluyordu be hemen hepsi de Doğuya, Avrupa'ya gidiyordu. Sahildeki kahveler birer ikişer açılmaya başladı. Mahmud, denize en yakın kahveye oturup bir kahve ısmarladı ve amaçsızca denizi seyretmeye başladı. Hem mutlu, hem pişman hem de huzursuzdu. İçinden yeniden yemin etti, karısından ve oğlundan özür diledi. “Bir daha asla o kadına gitmeyeceğim.” Bu sözü yüksek sesle asla söyleyememiş, karısından ve oğlundan asla yüksek sesle özür dileyememişti.

Dükkan soğuktu. Büyük kömür sobası yanıyordu, ama içeriyi ısıtması için biraz beklemek gerekiyordu. Başını omuzlarının arasına çekti. Sıcak kahve fincanını iyice kavrayıp ellerini ısıttı. Trenin gelmesine daha birbuçuk saat vardı. Sabah yedibuçuk sularında Mond Blanc gemisi limanın girişinde göründü. Okyanusu geçerken ona eşlik edecek savaş gemileriyle buluşmak için Halifax'a uğramıştı. Yoksa New York'tan buraya yol azıtmanın alemi yoktu. Mahmud o sırada, Mond Blanc'ın su yolunda karşı istikametten ona doğru gelen başka bir gemi gördü. Mesafe uzaktı, ama 'The Turk' iyi bir denizciydi, böyle durumları uzaktan da görse anlardı. Mahmud New York'a gemiyle sayısız kez gidip gelmişti. Güneyde Sao Paolo limanına kadar uzanmış, Karayiplere giden gemilerde de çalışmıştı. Aynı çizgide birbirine doğru ilerleyen gemileri, birbirlerine uzak olsalar da farkederdi.

Thomas, Mont Blanc'ın su yolundan hızla onlara doğru yaklaşan 'İmo' gemisine bakıp, “Bu geri zekalı neden kendi yolunda gitmiyor da bizim yolumuza giriyor” diye kızdı. Halbuki İmo, limanda yoluna çıkan başka bir gemiden kaçmak için dümen kırmıştı. Thomas, İmo'yu uyarmak için sesi heryerlerden duyulan keskin gemi düdüğünü çaldı. O düdükten sonra İmo'nun kendi yoluna dönmesi gerekiyordu. Ne olur ne olmaz... Aman bir çarpışma falan olmasın... Allah muhafaza. Gemide, 2300 ton patlayıcı asit, 200 ton TNT, on ton patlayıcı pamuğu, ve 35 ton benzol vardı.

Düdüğü duyan 130 metre uzunluğundaki İmo, sağa, kendi yoluna girmek yerine sola dümen kırdı. Mahmud, İmo'nun ters manevrasını görünce, kahvesini masanın üzerine bırakıp hemen dışarı çıktı. Bu garip durumu farkeden başka denizciler de sahilde pür dikkat, iki geminin birbirine doğru ilerlemesini izliyorlardı. Ardından Mont Blanc'dan iki kısa düdük sesi daha geldi. İmo'ya, “hemen sağa kır” diyordu. Thomas, İmo'nun son anda manevra yaparak yoluna gireceğini düşündü. Aksini düşünmek bile istemedi. Düdük sesini duymamış, koca Mont Blanc'ı görmemiş olamazdı. Gemiler birbirine yaklaşmaya devam etti. İki gemi arasındaki mesafe 50 metreye düştüğünde Thomas heyecanlı ama umutluydu. İmo gemisi son anda mutlaka bir manevra yapar ve kendi su yoluna geçerdi.

Mahmud, neredeyse tam önünde, kıyıdan ikiyüz küsür metre açıkta kafa kafaya birbirine yaklaşan gemileri nefesini tutarak seyretti. İmo, daha iri oluşuna güvenerek, Mond Blanc gemisinin manevra yapmasını ve kaçmasını beklemiş olmalıydı. Ama Mont Blanc kendi yolunda tam yol devam etti. Manevraya başlamakta geciken ve çarpışacaklarını anlayan İmo, bir anda geri motorlarını çalıştırarak yavaşlamaya, durmaya çalıştı. Ani reaksiyon nedeniyle gemi sola doğru kendi ekseninde döndü ve burnu Mont Blanc'ın sol ön tarafına saplandı. Thomas, son ana kadar olacağına inanmadığı çarpışmanın etkisiyle güvertede hızla yere yuvarlandı. Birbirine giren metallerin çıkardığı acaip ses, limanda ve Thomas'ın kulaklarında yankılandı. Ayağa kalktığında düşündüğü tek şey, derhal gemiyi terketmekti. Ama bunu yapmadı.

Mahmut, şimdi bir ana baba gününe dönmüş rıhtımda kımıldamadan duruyordu. Çarpışma sesi hala kulaklarındaydı. Birkaç dakika geçmeden Mont Blanc'dan koyu-kara dumanlar tütmete başladı. Mahmut ürperdi ve içinden “Benzol dumanı” dedi. Başındaki kasketi çıkardı, kaşkolünü gevşetti. Sahile toplanmış olan yüzlerce insana baktı. Yanında duran iri kıyım yaşlı adama, özür dileyen bir ifadeyle, “Gemi patlayıcı madde yüklü” dedi. Adam gülümsemekle yetindi. Sahildeki insanların panayır atmosferinden ve çıkardıkları gürültüden birşey duymadığı, ya da duyduğunu ciddiye almadığı belliydi. Mahmud, “Allahım çabuk söndürsünler...” diye fısıldadı kendi kendine. İnsanlar akın akın limana, yanan gemiyi seyretmeye geliyorlardı. Limana ve denize bakan evlerin camları insanlarla dolmuştu.

Thomas, geminin ön ambarına açılan kapaklardan birini açtığında gözlerine inanamadı. Ambar tam bir alev deryasına, cehenneme dönmüştü. “Daha ne kadar dayanabilir” diye düşündü. Derhal kaptan köşküne çıktı. Gemicilere oradan emirler yağdıran kaptanı yakasından tuttuğu gibi duvara yasladı ve adamın yüzüne doğru bağırdı: “Batır gemiyi!.. Çabuk batır gemiyi. Batır ve şehri kurtar!” Kaptan Le Médec, gemiyi kurtarabileceğine hâlâ inanıyor olmalıydı. Aptal aptal Thomas'a baktı. “Söndürmeliyiz” dedi. “Gemiyi batırmak uzun sürer.”

“Elisabeth!”

Karısının ismi, Mahmud'un beyninde çınladı. Kalabalığı yararak hızla istasyona doğru yürümeye başladı. İç sesi, “gemi infilak ederse şehir diye bir şey kalmaz” diyor o da bu sesi bastırmaya uğraşıyordu. Trenin gelmesine daha vakit vardı. Ama içgüdüleri onu istasyona doğru itti. Gemi infilak ederse sadece şehir değil, istasyon da yok olurdu. İnsanlara çarpa çarpa yürüdü. Neden yürüdüğünü, istasyona yaklaştığında anladı. “O tren, bu şehre gelmemeli. Treni durdurmalıyım!” diye düşündü.

Thomas, gökte kapkara bir bulut oluşturan alevlerin hemen kenarından balıklama denize atladı. Hızla sahile doğru yüzdü. Sahile vardığında nefes nefeseydi. Avazı çıktığı kadar bağırdı. “Gidin buradan! Saklanın! Yanan gemi patlayıcı madde dolu.” kalabalık biraz kıpırdandı, aralarından bazıları kopup şehre doğru yollandılar. Ama seyirci sayısında fazla bir eksilme olmadı. Thomas, titreye titreye sahildeki evine, Nina'ya koştu.

Mahmud istasyona geldiğinde, treni bekteyen çok sayıda insan gördü. Hepsi de bir an önce şehri terketmek istiyen Halifaxlılardı. Trenin gelmesini bekliyorlardı. Demek tehlikenin farkında olanlar da vardı. Hemen telgrafhaneye daldı. Küçücük telgraf odası boştu. Dışarıya çıktı. Memur, treni bekleyen endişeli yolcularla konuşmaktaydı. nefes nefese konuşmaya çalışan Mahmud'u anlamakta güçlük çekti. Panik içindeki Mahmud'un İngilizcesi iyice bozulmuştu. Kendini ifade etmekte zorlandı. “Treni durdurun” demeye çalışıyordu. Mahmud'u neden sonra anlayan memur, “yok” anlamında başını salladı. Rahatını bozmaya pek niyetli görünmüyordu. Treni bekleyen yolculardan bazıları da Mahmud'a dik dik baktılar. Hepsi, Halifax'ı 9 treniyle terketmek istiyorlardı. Mahmud, kimseyi dinleyecek durumda değildi. Kendini toparladı, dişlerini sıktı ve kısa boylu memuru, doklarda kaldırdığı uzun çelik levhalardan biri gibi sımsıkı tutarak telgrafhaneye sürükledi. Adam fena halde korkmuştu. “Bak” dedi. “O trende karım ve oğlum var. Birazdan bu şehir haritadan silinecek. O treni derhal durdurmanı istiyorum. Şimdi, hemen!” Memur, bu atletik yapılı esmer adamın garip aksanından ve sıkılı yumruklarından çekinerek "Tabii bayım tabii" diyerek kendini kurtardı. Hemen telgrafın başına oturdu.

Mahmud, adamın başında, telgraf tıkırtılarını dinledi. Memur, “İşte oldu” diye arkasına yaslandığında rahatlamış, panik halinden kurtulmuştu. Masanın yanındaki boş sandalye çöktü. Memur, The Turk'ten ikinci bir emir bekliyordu. Mahmud ona "gidebilirsiniz" falan demedi.

“Bir telgraf daha çekmenizi istiyorum."

Bu kez çok kibardı. “Aynı adrese, trendeki yolculardan birine ulaştırılmak üzere, Elisabeth Mahmud adına...” dedi. Memur, eli telgraf vericisinde Mahmud'un sözlerini bekledi. “Sevgili Eli. Seni seviyorum, her zaman sevdim. Bunu hiç unutmamanı istiyorum. Sana yaptığım haksızlıklar için lütfen beni affet. Oğlumuza iyi bak. Hakkını helal et.” Telgraf tıkırtıları kesildiğinde Mahmut, "Bir daha asla" diye mırıldandı. Dışarıya çıktı. Bekleme salonunun peykelerinden birine oturdu ve itinayla ince bir sigara sardı.

Saat 9'u 4 geçe, kulakların duyamayıp hemen sağır olduğu, bedenleri savuran büyük bir patlama oldu. Patlama sırasında sahilde gemileri seyredenler yanarak öldüler. Mont Blanc'tan yaklaşık 200 metre uzakta demirleyen beş bin tonluk İmo gemisi, iki mil öteye uçtu ve karaya oturdu. Mont Blanc, beşbin derecelik patlama ısısıyla büyük ölçüde buharlaştı. Patlamayla göğe doğru üçyüz metre fırlayan kızgın çelik parçaları şehre yağmur gibi yağdı. Geminin beşyüz kiloluk çapasının yarısı, iki mil uzakta bulundu. Koca gemiden elle tutulur, geminin neresi olduğu anlaşılan sadece iki parça bulundu. Patlama öyle şiddetliydi ki, şehrin sahil şeridi ve sahilden geriye doğru uzanan mahalleleri, karşı kıyı tamamen veya tanınmayacak-oturulamayacak şekilde yıkıldı. 25 kilometre çaplı bir alanda hasarsız tek bir bina bile yoktu. Okullar, evler, fabrikalar ve tabii tren istasyonu yokoldu. Patlamanın şiddetinden sayısız ceset ve ceset parçaları ağaçlara, telgraf tellerine takıldı ve kilometrelerce uzaklara savruldu. Şehirde yaşayan ve hayatta kalanların çoğu bir süre ne yapacağını bilemeden, şok halinde dolaşıp durdular. Çoğu, Almanların saldırdığını sanmıştı. İlk yardımı, dışarıdan gelenler yaptı.

Halifax'da beklenen trenin saat dokuzda istasyonda olması bekleniyordu ama tren gelmedi. Telgraf işe yaramış, tren durdurulmuştu. Yolculardan hiçbirine bir şey olmadı. Hepsi patlamayı duydu. Duymamak imkansızdı. En yakındaki sismograf, o zamana dek ülkenin bildiği en şiddetli depremi kaydetti.

(Not: Mahmud, Elisabeth, Thomas ve Nina dışında bütün kişi ve olaylar gerçektir. Mont Blanc'ın kaptanı ve mürettebatın bir kısmı, gemiyi zamanında terkederek patlamadan kurtulmayı başardılar. Halifax'a gelmesi beklenen tren de telgraf çekilerek durduruldu, terndeki yolcular mutlak bir ölümden kurtarıldı. Telgraf çekerek yüzlerce insanın hayatını kurtaran telgraf memuru ve yanındakiler, patlama sonucu hayatlarını kaybettiler)

"Kısa tutmak, yeteneğin kardeşidir" Anton Çehov