19 Kasım 2008 Çarşamba

Halifax'ın haritadan silindiği gün


6 Aralık 1917. Kanada'nın Atlas Okyanusu'na açılan elli bin nüfuslu Halifax şehri ve limanında rutin bir sabah. Hava açık ve güneşli. Dok işçisi 'Mahmud the Turk', uzun bir gecenin tatlı mahmurluğundan uyanmış, sahilde. Denize bakan peykelerden birinin üzerine ilişmiş, sarı Suriye tütününden sardığı cigarasını tellendiriyor. Hava soğuk ve Mahmud böyle günlerde, Balkan Harbi'yle birlikte Bulgaristan'ın Deliorman bölgesinden İstanbul'a göçtükleri günleri hatırlıyor. Kağnılar. Karlı ovalar. Kesici soğuk ve savaş. Yaşadıkları, onun doğuştan isyancı, saldırgan yanını iyice biledi, o zamandan beri başı dertten kurtulmadı. Tek şansı, henüz hapse girmemiş olması.

Mahmud, muhacir bir ailenin çok sevilip şımartılmış en küçük deli oğlu. Ailesiyle İstanbul'a geldikten sonra yaptığı ilk iş, pala bıyıklı bir posta müvezzini pataklamak oldu. Nezarete atılmamak için de, ailesine veda edip Amerika'ya giden ilk gemiye atladı. Geminin Amerika'ya değil de Kanada'ya gittiğini ve bu iki ülke arasındaki farkı, gemiden indikten sonra öğrendi. Arkadaşlarının taktığı adıyla 'The Turk' yirmibeş yaşında, üç yıldır evli, severek evlendiği güzel bir karısı ve iki yaşında küçük bir oğlu var.

Mahmud, Cihan Savaşı patladığından beri hayatından hiç memnun değil. Almanlarla müttefik olmuş Türkiye'den haber alamıyor. O taraflardan bu tarafa deniz trafiği iyice seyreldiğinden, Halifax'a Türk gemisi gelmiyor. Mahmud'un diğer sorunu, rıhtımdaki birahanelerde yasaklı olması. 'The Turk'ün herzamanki deliliklerine ve şakalarına müsamaha gösterilmiyor.

Mahmud yenilgiye alışık biri değil. Çanakkale savaşından sonra Türklerin büyük zaferini anlatmaya kalkıp denizcilerle ağız dalaşına girince, daha önce hiç yemediği kadar temiz bir dayak yedi ve bunu henüz hazmedemedi. O zamandan beri karizma sorunları var, geceleri uyuyamıyor ve sarsılan özgüvenini tazelemek için bir yıldır şeytana uyup karısını aldatıyor. Ona kalsa bu sadece bir seks ilişkisi. Ama sevgilisi Nina yatakta öyle bir afet ki, Mahmud ona müptela. Bir türlü bitiremiyor bu ilişkiyi. Karısı Elisabeth, kızıl saçlı, çilli ve güler yüzlü bir kadın. İyi bir eş, iyi bir anne. Böyle güzel bir kadını Mahmud'un neden bir başkasıyla aldattığını, anlamak kolay değil. Mahmud'un asıl derdi kendisiyle.

Nina, arkadaşlarından birinin karısı. Onu Noel eğlencesi sırasında tanımış ve “bir seferden ne çıkar” diye yatmıştı. Şimdi, onunla yattığı her seferinde pişman oluyor, ardından tövbe ediyor. Evine gidince, henüz bebek olan oğlu Ali'nin yumuk yumuk ellerini, karısının yanaklarını öpüp içinden özür diliyor. Karısının olanları hissetmesinden korkuyor. Elisabeth, olanları hissediyor, kocasının kendini sevdiğini biliyor. Kadınlara özgü o anlaşılmaz sabırla kocasının bu macerasını sonlandırmasını bekliyor. Mahmud da, kızıl saçlı Eli'sini' seviyor, ama dönüp dolaşıp Nina'nın yatağında buluyor kendini. İşte gene öyle bir günün sabahı. O Elisabeth'in, Nina da kocasının Halifax'da olmamasını fırsat bildiler. Mahmud, bu ilişkiyi kimbilir kaçıncı kez bitirmek istediğinden söz etti. Nina'ya gene bunun “son kez” olduğunu söyledi. Ve ilk kez bütün gece birlikte olduğu Nina'nın kollarında uyandı. Gene üzgün, gene pişman.

İki saat kadar sonra Halifax'a inecek trende 'Kızıl Eli'si ve 'Topaç Ali'si olacaklardı. Liman'ın hemen yanındaki tren garına, onları karşılamaya gidecek, içinden gene defalarca özür dileyecekti. İçinden.

Halifax'dan ayrılan bazı gemilerin son birkaç aydır Avrupa'daki cephelere cephane taşıdığını ve o patlayıcı maddelerden yapılan kurşunların, top mermilerinin, Almanlara ve Türklere sıkıldığını biliyordu Mahmud. Alman denizaltılarını limandan uzak tutmak için liman girişine derinlere asılan çelik ağ, onun çalıştığı doklardan birinde yapılmıştı. O ağ sayesinde Halifax'lılar yeteklerında rahat uyuyorlardı.

Liman'a bakan bloklardan birinde oturan ve arka kapıdan Mahmud'u sık sık eve alan Ninanın kocası Thomas da bugün New York'tan geliyordu. Çalıştığı 'Mont Blanc' gemisi, birçok benzerleri gibi mühimmat ve patlayıcı madde taşıyordu. Thomas'ın sırıtarak anlattığına göre gemi, Büyük Britanya Kraliçesi'nin Kuzey Amerika'daki en önemli lojistik limanı Halifax'a uğradıktan sonra okyanusu aşarak Avrupa'ya gidecekti. Bu gemiler Alman denizaltıları tarafından sık sık batırıldığından, bu kez İngliz donanması onlara eşlik edecekti. Batırılan gemilerin taşıması gereken mühimmatı da taşıdığından, ağzına kadar cephane yüklüydü. Mahmut Thomas'a, "Amerikan silah fabrikalarının ürettiği silah ve mühimmat olmasa, İngilizler'in Almanlar ve Türklerle biraz zor savaşacağını" söylemişti, ama buralarda Mahmud'u ve böyle "The Turk" sözlerini dinleyecek kimse yoktu. Savaş rüzgarları dönüyor olmalıydı. Gazetelere bakılacak olursa Almanlar kaybediyordu ve bu da Mahmud'u ifrit ediyordu. Thomas'a, savaşa, kendine kızdıkça Nina'ya gidiyordu gizli gizli.

Halifax'dan her hafta otuz-kırk gemi kalktığı oluyordu be hemen hepsi de Doğuya, Avrupa'ya gidiyordu. Sahildeki kahveler birer ikişer açılmaya başladı. Mahmud, denize en yakın kahveye oturup bir kahve ısmarladı ve amaçsızca denizi seyretmeye başladı. Hem mutlu, hem pişman hem de huzursuzdu. İçinden yeniden yemin etti, karısından ve oğlundan özür diledi. “Bir daha asla o kadına gitmeyeceğim.” Bu sözü yüksek sesle asla söyleyememiş, karısından ve oğlundan asla yüksek sesle özür dileyememişti.

Dükkan soğuktu. Büyük kömür sobası yanıyordu, ama içeriyi ısıtması için biraz beklemek gerekiyordu. Başını omuzlarının arasına çekti. Sıcak kahve fincanını iyice kavrayıp ellerini ısıttı. Trenin gelmesine daha birbuçuk saat vardı. Sabah yedibuçuk sularında Mond Blanc gemisi limanın girişinde göründü. Okyanusu geçerken ona eşlik edecek savaş gemileriyle buluşmak için Halifax'a uğramıştı. Yoksa New York'tan buraya yol azıtmanın alemi yoktu. Mahmud o sırada, Mond Blanc'ın su yolunda karşı istikametten ona doğru gelen başka bir gemi gördü. Mesafe uzaktı, ama 'The Turk' iyi bir denizciydi, böyle durumları uzaktan da görse anlardı. Mahmud New York'a gemiyle sayısız kez gidip gelmişti. Güneyde Sao Paolo limanına kadar uzanmış, Karayiplere giden gemilerde de çalışmıştı. Aynı çizgide birbirine doğru ilerleyen gemileri, birbirlerine uzak olsalar da farkederdi.

Thomas, Mont Blanc'ın su yolundan hızla onlara doğru yaklaşan 'İmo' gemisine bakıp, “Bu geri zekalı neden kendi yolunda gitmiyor da bizim yolumuza giriyor” diye kızdı. Halbuki İmo, limanda yoluna çıkan başka bir gemiden kaçmak için dümen kırmıştı. Thomas, İmo'yu uyarmak için sesi heryerlerden duyulan keskin gemi düdüğünü çaldı. O düdükten sonra İmo'nun kendi yoluna dönmesi gerekiyordu. Ne olur ne olmaz... Aman bir çarpışma falan olmasın... Allah muhafaza. Gemide, 2300 ton patlayıcı asit, 200 ton TNT, on ton patlayıcı pamuğu, ve 35 ton benzol vardı.

Düdüğü duyan 130 metre uzunluğundaki İmo, sağa, kendi yoluna girmek yerine sola dümen kırdı. Mahmud, İmo'nun ters manevrasını görünce, kahvesini masanın üzerine bırakıp hemen dışarı çıktı. Bu garip durumu farkeden başka denizciler de sahilde pür dikkat, iki geminin birbirine doğru ilerlemesini izliyorlardı. Ardından Mont Blanc'dan iki kısa düdük sesi daha geldi. İmo'ya, “hemen sağa kır” diyordu. Thomas, İmo'nun son anda manevra yaparak yoluna gireceğini düşündü. Aksini düşünmek bile istemedi. Düdük sesini duymamış, koca Mont Blanc'ı görmemiş olamazdı. Gemiler birbirine yaklaşmaya devam etti. İki gemi arasındaki mesafe 50 metreye düştüğünde Thomas heyecanlı ama umutluydu. İmo gemisi son anda mutlaka bir manevra yapar ve kendi su yoluna geçerdi.

Mahmud, neredeyse tam önünde, kıyıdan ikiyüz küsür metre açıkta kafa kafaya birbirine yaklaşan gemileri nefesini tutarak seyretti. İmo, daha iri oluşuna güvenerek, Mond Blanc gemisinin manevra yapmasını ve kaçmasını beklemiş olmalıydı. Ama Mont Blanc kendi yolunda tam yol devam etti. Manevraya başlamakta geciken ve çarpışacaklarını anlayan İmo, bir anda geri motorlarını çalıştırarak yavaşlamaya, durmaya çalıştı. Ani reaksiyon nedeniyle gemi sola doğru kendi ekseninde döndü ve burnu Mont Blanc'ın sol ön tarafına saplandı. Thomas, son ana kadar olacağına inanmadığı çarpışmanın etkisiyle güvertede hızla yere yuvarlandı. Birbirine giren metallerin çıkardığı acaip ses, limanda ve Thomas'ın kulaklarında yankılandı. Ayağa kalktığında düşündüğü tek şey, derhal gemiyi terketmekti. Ama bunu yapmadı.

Mahmut, şimdi bir ana baba gününe dönmüş rıhtımda kımıldamadan duruyordu. Çarpışma sesi hala kulaklarındaydı. Birkaç dakika geçmeden Mont Blanc'dan koyu-kara dumanlar tütmete başladı. Mahmut ürperdi ve içinden “Benzol dumanı” dedi. Başındaki kasketi çıkardı, kaşkolünü gevşetti. Sahile toplanmış olan yüzlerce insana baktı. Yanında duran iri kıyım yaşlı adama, özür dileyen bir ifadeyle, “Gemi patlayıcı madde yüklü” dedi. Adam gülümsemekle yetindi. Sahildeki insanların panayır atmosferinden ve çıkardıkları gürültüden birşey duymadığı, ya da duyduğunu ciddiye almadığı belliydi. Mahmud, “Allahım çabuk söndürsünler...” diye fısıldadı kendi kendine. İnsanlar akın akın limana, yanan gemiyi seyretmeye geliyorlardı. Limana ve denize bakan evlerin camları insanlarla dolmuştu.

Thomas, geminin ön ambarına açılan kapaklardan birini açtığında gözlerine inanamadı. Ambar tam bir alev deryasına, cehenneme dönmüştü. “Daha ne kadar dayanabilir” diye düşündü. Derhal kaptan köşküne çıktı. Gemicilere oradan emirler yağdıran kaptanı yakasından tuttuğu gibi duvara yasladı ve adamın yüzüne doğru bağırdı: “Batır gemiyi!.. Çabuk batır gemiyi. Batır ve şehri kurtar!” Kaptan Le Médec, gemiyi kurtarabileceğine hâlâ inanıyor olmalıydı. Aptal aptal Thomas'a baktı. “Söndürmeliyiz” dedi. “Gemiyi batırmak uzun sürer.”

“Elisabeth!”

Karısının ismi, Mahmud'un beyninde çınladı. Kalabalığı yararak hızla istasyona doğru yürümeye başladı. İç sesi, “gemi infilak ederse şehir diye bir şey kalmaz” diyor o da bu sesi bastırmaya uğraşıyordu. Trenin gelmesine daha vakit vardı. Ama içgüdüleri onu istasyona doğru itti. Gemi infilak ederse sadece şehir değil, istasyon da yok olurdu. İnsanlara çarpa çarpa yürüdü. Neden yürüdüğünü, istasyona yaklaştığında anladı. “O tren, bu şehre gelmemeli. Treni durdurmalıyım!” diye düşündü.

Thomas, gökte kapkara bir bulut oluşturan alevlerin hemen kenarından balıklama denize atladı. Hızla sahile doğru yüzdü. Sahile vardığında nefes nefeseydi. Avazı çıktığı kadar bağırdı. “Gidin buradan! Saklanın! Yanan gemi patlayıcı madde dolu.” kalabalık biraz kıpırdandı, aralarından bazıları kopup şehre doğru yollandılar. Ama seyirci sayısında fazla bir eksilme olmadı. Thomas, titreye titreye sahildeki evine, Nina'ya koştu.

Mahmud istasyona geldiğinde, treni bekteyen çok sayıda insan gördü. Hepsi de bir an önce şehri terketmek istiyen Halifaxlılardı. Trenin gelmesini bekliyorlardı. Demek tehlikenin farkında olanlar da vardı. Hemen telgrafhaneye daldı. Küçücük telgraf odası boştu. Dışarıya çıktı. Memur, treni bekleyen endişeli yolcularla konuşmaktaydı. nefes nefese konuşmaya çalışan Mahmud'u anlamakta güçlük çekti. Panik içindeki Mahmud'un İngilizcesi iyice bozulmuştu. Kendini ifade etmekte zorlandı. “Treni durdurun” demeye çalışıyordu. Mahmud'u neden sonra anlayan memur, “yok” anlamında başını salladı. Rahatını bozmaya pek niyetli görünmüyordu. Treni bekleyen yolculardan bazıları da Mahmud'a dik dik baktılar. Hepsi, Halifax'ı 9 treniyle terketmek istiyorlardı. Mahmud, kimseyi dinleyecek durumda değildi. Kendini toparladı, dişlerini sıktı ve kısa boylu memuru, doklarda kaldırdığı uzun çelik levhalardan biri gibi sımsıkı tutarak telgrafhaneye sürükledi. Adam fena halde korkmuştu. “Bak” dedi. “O trende karım ve oğlum var. Birazdan bu şehir haritadan silinecek. O treni derhal durdurmanı istiyorum. Şimdi, hemen!” Memur, bu atletik yapılı esmer adamın garip aksanından ve sıkılı yumruklarından çekinerek "Tabii bayım tabii" diyerek kendini kurtardı. Hemen telgrafın başına oturdu.

Mahmud, adamın başında, telgraf tıkırtılarını dinledi. Memur, “İşte oldu” diye arkasına yaslandığında rahatlamış, panik halinden kurtulmuştu. Masanın yanındaki boş sandalye çöktü. Memur, The Turk'ten ikinci bir emir bekliyordu. Mahmud ona "gidebilirsiniz" falan demedi.

“Bir telgraf daha çekmenizi istiyorum."

Bu kez çok kibardı. “Aynı adrese, trendeki yolculardan birine ulaştırılmak üzere, Elisabeth Mahmud adına...” dedi. Memur, eli telgraf vericisinde Mahmud'un sözlerini bekledi. “Sevgili Eli. Seni seviyorum, her zaman sevdim. Bunu hiç unutmamanı istiyorum. Sana yaptığım haksızlıklar için lütfen beni affet. Oğlumuza iyi bak. Hakkını helal et.” Telgraf tıkırtıları kesildiğinde Mahmut, "Bir daha asla" diye mırıldandı. Dışarıya çıktı. Bekleme salonunun peykelerinden birine oturdu ve itinayla ince bir sigara sardı.

Saat 9'u 4 geçe, kulakların duyamayıp hemen sağır olduğu, bedenleri savuran büyük bir patlama oldu. Patlama sırasında sahilde gemileri seyredenler yanarak öldüler. Mont Blanc'tan yaklaşık 200 metre uzakta demirleyen beş bin tonluk İmo gemisi, iki mil öteye uçtu ve karaya oturdu. Mont Blanc, beşbin derecelik patlama ısısıyla büyük ölçüde buharlaştı. Patlamayla göğe doğru üçyüz metre fırlayan kızgın çelik parçaları şehre yağmur gibi yağdı. Geminin beşyüz kiloluk çapasının yarısı, iki mil uzakta bulundu. Koca gemiden elle tutulur, geminin neresi olduğu anlaşılan sadece iki parça bulundu. Patlama öyle şiddetliydi ki, şehrin sahil şeridi ve sahilden geriye doğru uzanan mahalleleri, karşı kıyı tamamen veya tanınmayacak-oturulamayacak şekilde yıkıldı. 25 kilometre çaplı bir alanda hasarsız tek bir bina bile yoktu. Okullar, evler, fabrikalar ve tabii tren istasyonu yokoldu. Patlamanın şiddetinden sayısız ceset ve ceset parçaları ağaçlara, telgraf tellerine takıldı ve kilometrelerce uzaklara savruldu. Şehirde yaşayan ve hayatta kalanların çoğu bir süre ne yapacağını bilemeden, şok halinde dolaşıp durdular. Çoğu, Almanların saldırdığını sanmıştı. İlk yardımı, dışarıdan gelenler yaptı.

Halifax'da beklenen trenin saat dokuzda istasyonda olması bekleniyordu ama tren gelmedi. Telgraf işe yaramış, tren durdurulmuştu. Yolculardan hiçbirine bir şey olmadı. Hepsi patlamayı duydu. Duymamak imkansızdı. En yakındaki sismograf, o zamana dek ülkenin bildiği en şiddetli depremi kaydetti.

(Not: Mahmud, Elisabeth, Thomas ve Nina dışında bütün kişi ve olaylar gerçektir. Mont Blanc'ın kaptanı ve mürettebatın bir kısmı, gemiyi zamanında terkederek patlamadan kurtulmayı başardılar. Halifax'a gelmesi beklenen tren de telgraf çekilerek durduruldu, terndeki yolcular mutlak bir ölümden kurtarıldı. Telgraf çekerek yüzlerce insanın hayatını kurtaran telgraf memuru ve yanındakiler, patlama sonucu hayatlarını kaybettiler)

30 Ekim 2008 Perşembe

Sahnelerin Yıldızı!


Sahne arkasında küçük bir arıza olduğu belliydi. Salonu son koltuğına kadar doldurmuş seyirciler sabırla beklemekteydirler. Arıza bir türlü giderilemedi. O sırada en önde oturan kel kafalı altmış yaşlarında smokinli bir seyirci, yüzünde palyaçolara eş komik bir ifadeyle sahneye çıktı. Sağına soluna bakarak birşeyler aradı. Hareketleri öyle acemice, öyle çocukça ve öyle komikti ki, seyirciler gülmeye başladılar. Adamın acamiliği üzerindeydi. Her yaptığı hareket ve mimik, izleyicileri güldürüyordu. Nihayet sahneden inmeye niyetlendi. Ayağı takılıp öyle bir düştü ki, seyirciler gülmekten yerlere yattılar. Ardından, dinmek bilmeyen bir alkış tufanı geldi.

Alkışların nedenini merak eden tiyatro müdürü George C. Backer, yanında ünlü tiyatro eleştirmeni Anton Bergmann ile birlikte hemen özel locaya koştu. Orta yaşlı iki adam, çok özel seyirciler ve bizzat müdürün oyunu izleyebilmesi için yapılmış küçük locadan, sahnedeki ufak tefek adamı ve kahkahalarla gülen seyircileri seyrettiler. Backer, hem adamı alkışlıyor, hem de ufak-tefek tiyatro eleştirmenine, uzun zamandır bu kadar büyük alkış ve kahkaha tufanı yaşamadığını söylüyordu. Sahnedeki adam sürekli eğilip seyircileri selamlamakta, bazı komik hareketlerini tekrarlamakta, derken yeniden düşmekte ve kahkahaları alkışlar izlemekteydi. Uzun uzun alkışlanan adam salonu defalarca selamladı ve nihayet büyük bir ciddiyetle yerine oturdu.

Perde açılıp oyun başladığında, asıl oyunun aktör ve ektristlerinin şaşkınlıklarını gizlemekte zorlandıkları görülüyordu. Bu küçük sürpriz onları da etkilemişti. Birinci perdeden sonra verilen arada Anton Bergmann, herkesi güldüren seyirci Theodor Mussly ile kısa bir röportaj yaptı. Adam amatör bir oyuncuydu ve seyircileri fazla bekletmemek gerektiği düşüncesiyle sahneye çıkmıştı. Ertesi gün, ülkenin en büyük gazetesinde, büyük eleştirmen Bergmann'ın haftalık yazısı yayımlandı. Yazıda, tiyatro sanatı adına adına büyük bir keşiften söz edilmekte, seyirciyi bu kadar etkisi altına alabilen bir oyuncuya uzun zamandır rastlanmadığı anlatılmakta, sahnelerin yeni yıldızı Mussly göklere çıkarılmaktaydı.

Yazı büyük yankı uyandırdı. Basın ve sanat dünyası, yeni yıldızı merak etti. İlgi o kadar yoğundu ki, tiyatronun müdürü George C. Backer, Theodor Mussly'ye o ünlü teklifini yapmak zorunda kaldı ve Mussly'den o kısa gösterisini haftasonları, sahneye yeni konan malum oyundan hemen önce yapmasını teklif etti. İlk gösteride tüm biletler satılmıştı, insanlar bu kez o kadar gülmediler, ama oyun kapalı gişe oynamaya devam etti. Mussly başka tiyatrolardan da teklif aldı.

Basının yaptığı araştırmalar sonucu, sahnelerin yeni yıldızı hakkında ilginç bir gerçek de ortaya çıktı. Theodor Mussly, Bir akıl hastasıydı ve sahneye çıktığı gün, akıl hastanesinin özel bir izniyle, bütün arkadaşları ve doktorlarıyla birlikte gelmişti tiyatroya. Sahneye çıkışını, birkaç yakın arkadaşıyla birlikte organize etmişti. Tiyatro perdesini açan mekanizmanın 'tesadüfen' arızalanması, bu girişimi kolaylaştırmıştı. Gösteri doktorların da hoşuna gitmiş, onlar da kendilerini salonun havasına ve kahkahalara kaptırmışlar, akıl hastanesinin yetenekli oyuncusuna müdahale etmemiş, edememişlerdi. Mussly'nin sahneye çıktığı an çeşitli nedenlerle salonun dışında, tiyatro fuayesinde bulunmaktaydılar. Zaten hastane müdürü, Theodor Mussly'nin hastane tiyatro grubundaki yapıcı tavrını herzaman desteklemiş ve onun refakatçi bir doktor gözetiminde başka tiyatrolarda sahne çalışmalarına katılmasına izin vermişti.

Ülkenin en iyi eleştirmeni sıfatını, hayatı boyunca çalışıp didinerek edinmiş asık yüzlü Anton Bergmann, hiçbir delilik belirtisi göstermeyen Mussly'nin sözlerine dayanarak ve kendini salondaki coşkulu havaya kaptırarak yazdığı övgü yazısıyla önemli bir hata yaptığını düşünmekteydi. Theodor Mussly, yaptıkları sohbet ve röportajda, akıl hastanesinden hiç bahsetmemişti. Büyük eleştirmen, kendini bir amatör gibi kahkaha ve alkışların büyüsüne kaptırmış, Mussly'yi fazla araştırmaya gerek duymadan döşendiği yazısında, adamı göklere çıkartmıştı. Böyle bir hatayı nasıl yaptığını aklı almıyor, kendine kızıp duruyordu. Herşey bir yana, seyircinin olumlu ve coşkulu tepkisinin akıl hastalarının abartılı reaksiyonlarıyla alakalı bir durum olabileceğini hiç ama hiç düşünmemişti. Öyle ya, bir kişi deli olabilir... On kişi de deli olabilir... Ama beşyüz deli nasıl bir araya gelir de bir başka deliyi ciddi tiyatro seyircisi tavırlarıyla bu kadar uzun süre can-ı gönülden alkışlar?!.. Normal hayatta seçkin bir tiyatronun seçkin seyircileri, bir oyuncuyu böyle çılgınca alkışlarlarsa, o alkışlara güvenilir, alkışlanan kişinin yeni bir yıldız olduğu da düşünülebilir... düşünülemez mi? (Düşünülemez!) Neden olmasın?! Anton Bergmann, bu monoloğu içinden takrarlayıp duruyor, sonra kızıyor, öfkeleniyor, öfkesini kendinden ve etrafındakilerden çıkarıyordu. Theodor Mussly'nin bu şartlar altında, hafifliğinin elbet ortaya çıkacağını, adamın kısa zamanda sahnelere veda etmek zorunda kalacağını, bu ihtimalin yüksek olduğunu düşünen eleştirmen, onu rahatsız eden 'Sahnelerin Yıldızı' balonundan ve vicdanının sesinden kurtulmak -ama en çok da kendi prestijini kurtarmak istiyordu.

Oturup yeni bir yazı yazdı. Yazıda, yavaş yavaş seyircisi azalan yeni yıldız hakkında, "Theodor Mussly çok yetenekli" demekteydi; "ama yeteneği küçük repertuvarıyla kısıtlı. İyi bir oyuncu olabilmek için daha fazlası gerek." Büyük ününü eleştirmene borçlu olan, tiyatro sahnelerinin çiçeği burnunda yeni yıldızı, hemen tiyatro müdürü ve doktorlarından on günlük izin aldı. Amacı, repertuvarını en kısa zamanda genişletmek ve popülaritesini artırmaktı. Bunun için bir dakika bile bekleyemezdi. Gerekli izinleri alarak derhal yola çıktı. Refakatçi doktorunun kullandığı bir arabayla yola koyuldu. Hastane müdürünün özel çabalarıyla, yüz kilometre uzaklıktaki tanınmış bir tiyatro okulunda, ona özel yoğun ve hızlı bir eğitim programı hazırlandı.

Harika bir gündü. Serin ama güneşli havada, sarp dağların eteklerinde, yolculuklarının hedefine doğru kıvrıla kıvrıla yol almaktadırlar. Theodor Mussly çok sabırsızdı. Durmadan konuşuyor, yeni replikleri refakatçi doktora anlatıyor, meşhur mimklerini de konuşturarak onu kahkahalarla güldüyordu. Sahneye çıktığı o günden sonra iki yakın arkadaş olmuşlardı.

Theodor Mussly, çalışmalarına başlayacağı anı iple çekmekteydi. Elinde olsa derhal başlamak istemekteydi. Aklına gelen bir numarayı, direksiyondaki refakatçisi, arkadaşı, doktoruna hemen göstermek istedi -ama bunun için doktorun arabayı o an durdurması gerekiyordu. Mussly'yi kıramayan doktor, komik arkadaşının ısrarlarına dayanamayıp ıssız yolda durdu. Arabadan inen Theodor Mussly, arabadan inmeyip şoför mahallinden onu seyreden doktora şaklabanlıklar yaparak on adım attı ve bütün komikliğini sergildikten sonra onbirinci adımında unutulmaz bir düşüş numarasıyla gösterisini sonlandırdı.

Düşerken yüzünde, repertuvarını önemli ölçüde genişletmiş olmanın ve gerçek bir sanatçı mertebesine erişmenin mutluluğu okunmaktaydı. Doktoru, o ifadeyi göremedi tabii. Theodor Mussly'nin cesedi, uçurumun ikiyüz metre dibinden ancak dört saatte çıkarılabildi.

Mussly düşerken katıla katıla gülen ve ona mukayyet olmayan, onu uyarmayan doktoru yargılanıp, iki yıl hapis ve meslekten men cezasına çarptırıldı. Hastane ve tiyatro müdürleri istifa ettiler. 'Sahnelerin Yıldızı'nı keşfeden Anton Bergmann, keşfi hakkında yeniden övücü ama yarım gönüllü kaçamak birşeyler yazdı ve yazısını "Elveda" diye bitirdi. Yazar, sadece Mussly ile değil, kendi okurlarıyla da vedalaşıyordu. Nitekim yazılarına son verdi ve daha sonra bir sahil kasabasına yerleşti.

Theodor Mussly dünya tarihine, "dünyanın en kısa güldürüsünü sahneleyen en başarılı komedyen" olarak geçti. Mussly'nin akıl hastanesindeki yakın arkadaşlarına gelince... Bir ay kadar sonra, içlerinden üçü hastaneden kaçarak farklı tiyatrolarda, oyunlardan önce sahneye çıkıp komiklik yapmaya kalktılar ve göz altına alındılar. Ertesi gün, ünlü eleştirmen Bergmann'ın daha önce yazılarının yayımlandığı gazetede şöyle bir haber çıktı: "Hastalar ifadeleri alınmak üzere mahkemeye götürülürken basına, 'Tiyatrocu Gerilla' adlı bir örgüte mensup olduklarını ve eylemlerinin süreceğini söylediler."

21 Ekim 2008 Salı

Firavunun mezar soyguncuları



Firavunun yüzü hiddetten kararmıştı. On adım ötesinde, yüksek tahtının ayak ucunda secde eden üç adam da yaprak gibi titremekteydiler. Firavun, babasının piramidine girerek onun mezarını talan etmeye cürret eden hırsızlara, böcekleri incelermiş gibi merakla ve iğrenerek bakıyordu. Adamlar ahşap boyunduruklarla birbirlerine bağlanmışlardı ve arkalarında, tırpan kılıçlı, kısa mızraklı izbandut gibi iki muhafız durmaktaydı.

Halktan ölümlülerin bir firavuna bu kadar yaklaşması görülmüş şey değildi. Paçavralar içindeki üç adam, işaret üzerine başlarını kaldırdılar. Firavuna bakmaları yasak olduğundan, gözlerini indirip dizleri üzerine oturdular.
Firavun, yüksek altın tahtının yanında duran hizmetkarını bir işaretle yanına çağırdı ve kulağına, kimsenin duyamayacağı bir sesle birşeyler söyledi. Hizmetkar, yüksek merdivenlerden indi ve diz çöken adamlardan ortadakini dürterek, hırsızlığı nasıl yaptıklarını anlatmasını istedi.

Hırsız, kesinlikle öleceğine inandığından, hiç olmazsa ölüm biçimini hafifletmek amacıyla, umursamaz sakin bir ses tonuyla anlattı. Onlardan daha yüksek bir yerde bağdaş kurmuş oturan yazıcı, kucağındaki tablet üzerinde duran papi
rüse not almaya hazırlandı.

"Alışık olduğumuz gibi gece yola çıktık. Elimizdeki plana göre piramide nereden gireceğimizi biliyorduk. Önce meşaleleri yakıp yeraltı odasına indik. Odanın girişindeki duvarı kırdık. Kutsal efendi firavun ve hanımının tabutlarını bulduk. Mezar odasındaki eşyalardan sadece altın olan ibrik ve kapları aldık, tabutları açtık. Firavunun mumyalanmış kutsal bedenini gördük. Ağır tabutun içi tamamen altınla kaplanmıştı. Hanımının tabutunun içi de altınla kaplanmıştı. Tabutların üzerleri değerli taşlarla süslenmişti. Mumyaları tabutlarından çıkardık, tabutların içindeki değerli kolyeleri, gerdanlıkları, diğer takı ve mücevherleri aldık. Sonra..." Adam yutkundu ve devam etti.
"Sonra tabutları yaktık."

Firavunun hizmetkarı, elindeki kısa asayla dürterek susturdu adamı. Öfkesine güçlükle hakim oluyordu. Ne de olsa, Firavunun babasına da hizmet etmiş, ona her zaman sadık kalmış, onu bir baba gibi sevmişti. Sesi titreyerek sordu.


"Neden yaktınız? Aldıklarınız yetmedi mi?"


Adam, sakinliğini yitrmeden sözlerine devam etti.


"Tabutlardaki kıymetli taşları ve altını, gümüşü çıkarmak için yaktık."

"Aldıklarınızı ne yaptınız?"


"Aramızda paylaştık. Her birimize elli deben altın düştü. Sadece firavunun hükümdarlık yüzüğünü
bize planı getiren kişiye verdik. Yüzükten başka birşey istemedi."

Firavun asasıyla işaret edince, hizmetkar yerlere kadar eğildi ve merdivenleri çıkarak firavunun yanına geldi. Bu arada muhafızlar hırsızları kaba hareketlerle secde etmeye zorladılar.
Hizmetkar yeniden hırsızların yanına indi ve iğrenerek sordu.

"Haritayı getiren kişi nasıl biriydi?"

"Kendisini sadece iki kez gece vakti gördük, ikisinde de pelerinliydi ve yüzünde altın bir maske, belinde keskin bir kılıç vardı. Genç biriydi. Hep yalnız geldi. Saçları zeytinyağıyla, bedeni çiçek esasıyla ovulmuş olmalı. Saraya mal getirip götüren Hititli tüccarlar gibi kokuyordu."

"Kimin nasıl koktuğunu nereden biliyorsun sefil?"
Hizmetkar hırsıza vurmamak için kendini zor tuttu.

"Babam Hititli bir tüccarın hizmetkarıydı. O tüccar da öyle kokardı. Çocukluğumdan hatırlıyorum."


"O adamı sizlerden başka gören oldu mu?"

"Hayır."

Firavunun hizmetkarı, piramidin haritasını getiren adam hakkında sorular sormaya devam etti. Adam koku, kılıç ve altın maske dışında önemli bir ayrıntı hatırlamıyordu, aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. Hizmetkar son sorusunu da çeşitli biçimlerde tekrarladı. Sordukça heyecanı artıyordu. Yaşlı hizmetkar, sorguya saatlerce devam etti.

Sonra firavun ayağa kalktı. Herkes eğildi. Hırsızların yüzleri yerlere bastırılıp öyle tutuldu.

Duvarları renkli fresklerle, yazılarla ve resimlerle kaplı büyük salonun kapıya yakın en alçak kısmında duran hırsızlar, muhafızlar tarafından itilip çekilerek dışarı çıkarılırken, firavunun hizmetkarı, kocaman gözlerle firavuna baktı.

Firavun muhafızlarına hizmetkarını gösterdi. Odanın giriş kapısının iki yanında sıralanmış hareketsiz duran muhafızlardan dördü hareketlendi ve yaprak gibi titremekte olan hizmetkarın iki koluna girdiler. Diğer ikisi arkada, uygun adım salonu terk ettiler. Hizmetkar dışarıya çıkarılırken sendeledi. Muhafızlar öyle sıkı tutuyorlardı ki, düşmesi mümkün değildi. Başını eğdi. Kaderine razı olmuş görünüyordu.
Salondan çıkarılırken, sadece kendi duyabileceği bir sesle kendikendine sorup duruyordu.

"O adamı sizlerden başka gören oldu mu?.. O kokuyu sizden başka duyan oldu mu?.. Oldu mu?"


Firavunun muhafızları, hizmetkarın başına, konuşmasını engelleyen, ama gözlerini açıkta bırakan demir bir maske takıp, hiç çıkarılmamak üzere perçinlediler ve hırsızlarla birlikte diri diri yakılıncaya kadar hiç kimsenin ona yaklaşmasına izin vermediler.

11 Ekim 2008 Cumartesi

'Hikaye Netleştirme Dümbülü'nün icadı


Drazdiş Nadislaz, 1902 doğumlu Doğu Avrupalı bir kelebek kolleksiyoneridir. Dağda-kırda-bayırda kelebek peşinde koşarken tepeleme çakıldığı alçak bir uçurumun dibinde, hayatını değiştirecek yepyeni bir hikaye keşfeder. Hikaye, tepesine kelebeklerin konduğu boz bulanık bir çiçektir ve anlaşılabilmesi için netleştirilmesi gerekmektedir.

Drazdiş, henüz çocuk denecek yaşlarda gezindiğinden acele etmez. İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasını bekler ve savaşta ailesiyle bir sığınağa sığınıp çeşitli merceklerle uzun bir netleştirme çalışmasına girişir. Boş zamanlarında çocukluk edip oyun da oynar, kitap da okur. Arada dışarı çıkıp kurşun yağmuru altında romantik gezintiler yaptığı ve kelebekli gençlik günlerini yadettiği de olur.

Nihayet savaş sona erip yağmur dinince -her nedense- ailesiyle Almanya'nın Rus işgal bölgesindeki Dresden'e taşınan genç adam, orada ilk 'hikaye netleştirme dümbülü'nü imal eder. Elindeki tek örneği, yolun başındaki Bilim Enstitüsü'ne götürüp bilim adamlarından kurulu bir kurula gösterir. Bir tür hayatı okuma gözlüğü sayılan bu optik gereç, ortalıkta gezinen görünmez hikayeleri ortaya çıkarmaya ve anlamaya yarayan sofistike bir alet olduğundan, yerel Komünist Parti fonksiyonerlerinin hemen dikkatini çeker. Onlar ve gizli servis elemanları, bilim adamlarını kenara iterek Drasdiş Nadislaz'ın yanına otururlar ve söz verdikleri üzere onun hayatını değiştirirler. Drazdiş'e bir ev bir otomobil ve akademide bir iş verirler. Yaptığı alet hakkında tüm bildiklerini ve teknik sırlarını öğrendikten sonra da kafasına dokuz milimetrelik cilalı bir kurşun sıkarlar. Kurşun orada ilelebet kalır, ama dümbül işi orada kalmaz.

Bilim adamları Aleti, geçmiş Varşova Paktına mensup KGBeCe ve DeE gizli servislerinde kullanmak üzere imal etmek istemektedirler. Harıl harıl çalışan diyalektik materyemez bilim adamlarının tüm çabaları boşa gider. Dümbül işlemez. Bu arada Drasdiş'in kelebekleri canlanır, bulduğu hikayeler uçar, hatta cesdinden dişleri çıkarılıp alette onun DNA'ları bile takılır ama I-ıh... Ve nihayet bir mucize olup komünizm bile çöker ama bilim adamlarının aleti bir türlü işlemez. Ülkenin çöktüğü gün, araştırma programı da aynen iptal edilir.

Dresden Bilim Enstitüsü başkanı Ottfried Dandikowski, Doğu Almanya'nın ortadan kalktığı gün, akademiyi terkeden son kişi olarak ışıkları söndürür, kapıyı kapatır, Batı Almanya'ya gitmek üzere gaz tenekesinden yapılma Trabant marka otomobiline biner. Daha bir iki adım gitmiştir ki, direksiyonuna bir kelebek konar. Kelebek o kadar güzel o kadar güzeldir ki, onu ürkütmemek için direksiyonu milim kımıldatmaz. Kullandığı gaztenekesini, son süratle (saatte 80 km), koca bir KolaRuska ağacına sürer. Kırk küsür yıllık köhne gazoz ağacı çetin materceviz çıkar ve sosyalist bilime geçit vermez. İşte şişelerin kırıldığı o an, dümbülün püf noktasını da anlar Dandikowski: Kelebekler!.. Yaa evet, kelebekler! "Kelebeklerle ilgili sorun çözülürse alet işler ve Batı Almanya'da küçük bir firma kurulur hem belki zengin bilem olunur" diye düşünür Dandikowski. Ve hemen arabadan iner, sır dolu dosyaları almak için sevinçten uça uça akademiye döner, adeta duvarlardan geçerek odasına girer, masasına oturur ve önemli bir işe başlamadan önce âdet edindiği üzere Çek malı kara kurşun kalemini eline alır... Yok alamaz!.. Kalemi bir türlü alamaz... Tutamaz. Uğraşır, didinir, yırtınır, ama ı-ıh! Sanki kalemin atomlarının boşlukları maddeyle dolmuştur da ağırlaşıp masayla bütünleşmiştir, masa da yerle bütünleştiğinden Alp dağları gibi ağırdır, yerinden kımıldamamaktadır felan. Dandikowski, işte böyle, bildiği tüm bilim ve de ilim formüllerini teorilerini, onların reel ve sürreel pratiklerini geçirir aklından, çıldıracaktır! Yok bir izahat bulamaz bu olaya.

Ve sabah olur. Fikirsel yorgunluktan uyuyakalan Bilim Enstitüsü başkanı, yaşadıklarının bir kâbus olduğu umuduyla koltuğunda uyanır, kalkar, gerinir ve açık pencereden dışarıyı seyretmeye başlar. Hava harikadan da ötedir. Bakar ve bir şeye çok şaşırır... Tanıdığından daha genç, ilkgenç bir adam -Evet o!.. Nadislaz!- bahçede kelebek peşinde koşmaktadır. O kadar mutludur ki, elindeki kocaman kelebek filesini estetik hareketlerle savurarak adeta dans etmektedir. Alim Prof. Dr. Ottfried Dandikowski, allak bullak, heyecanı şeyine karışmış, ağzı açık vaziyetlerde, Nadislaz'ı seyreder uzun süre. Çocuk veya genç, yani Drazdiş Nadislaz, kelebeği bir türlü yakalayamamaktadır.. Yok!.. Yakalamamaktadır. Sadece yakalamak ister gibi yapmaktadır.

Nadislaz'ın oynayıp kovalayıp dans ettiği beyaz kelebek, havada neşeli kavisler çizer, orijinal bir bebek melodisi eşliğinde uça uça gelir ve nihayet pencereden girer, akademi başkanının içinden geçerek masanın üzerindeki kalemine konar. Hikaye, işte o zaman netleşir, dümbüle-mümbüle gerek kalmaz. Büyük âlim Prof. Dr. Ottfried Dandikowski'nin yüzüne mutlu bir gülücük yayılıp yerleşir ve orada ilelebet kalır.

"Kısa tutmak, yeteneğin kardeşidir" Anton Çehov