Hakim adama dikkatle baktı ve sorusunu yineledi:"Emin misiniz?"
"Evet efendim" dedi adam. "o karımı ve kızımı öldürmüş olamaz. Çünkü ben onu cinayet saatinde çalıştığım büronun önünden geçerken gördüğüme eminim."
Hakim büyük bir ciddiyetle, birkaç saniye boyunca konuşmadan adamı süzdü. Adamın avukatı, tam bir şok yaşıyordu. Müvekkiline, uzaydan gelmiş birini görmüş gibi hayretle bakıyordu.
Karar için herkes ayağa kalktı.
Karar beraatti. İki kişiyi öldürmekten sanık R.M. delil yetersizliğinden beraat ediyor, hapiste kaldığı süre de göz önünde bulundurularak derhal serbest bırakılıyordu. R.M. şaşkın ve sevinçliydi. Ölenlerin ve adamın yakınları adamın yüzüne bile bakmadan terkettiler salonu. Ölen küçük kızın anneannesi ve ölen kadının annesi yaşlı kadın durmadan ağlıyordu. Bir tek o adama "Lanet olsun sana" dedi, fısıldayarak. Fısıltı öyle keskindi ki, adamın kulağundan girip beynine işledi. Avukat, müvekkilinin bu son an ifadesiyle yılıkmış, hala toparlanamamıştı. Masasında oturuyor, boş boş önüne bakıyordu.
Adam mahkemeyi hızla terketti. Gazetecileri ekmiş ve dönüp dolaşıp, mahkeme girişini gören karşı binaya arka kapıdan girerek beklemeye başlamıştı. Basından ve tanıdık gözlerden kurtulduğundan emin oluncaya kadar bekledi. Sonra şapkasını kaşlarına doğru indirdi, yüzünü atkısıyla iyice gizleyerek binanın önündeki aynalı camlı arabasına bindi.
Sanık, resmi işlemlerin halledilmesinden sonra mahkeme binasından çıktı. Yanında avukatı ve karısı vardı. Peşinde yarım düzine gazeteci vardı. Gazetecilerin sorularını sevinçle yanıtladıktan sonra avukatının arabasına bindiler. Aynalı camlı kiralık arabanın içinde bu anı bekleyen adam, avukatın arabasının peşine takıldı. Arabayı yüz metre kadar arkadan takip ediyordu. Avukatın arabası şehir dışına doğru yol aldı. Sanığın evine gidiyor olmalıydılar. Sanığın da bir kızı vardı ve duruşma sırasında dinleyiciler arasında görünmediğine göre, ona gidiyor olmalıydı. Adam yumruğunu sıktı. Birkaç dakika sonra öndeki araba şehir dışına doğru yol alırken, adam da yan koltukta açık duran haritaya kısa bir göz attı. Evet, evine gidiyor olmalıydı. Yerleşim bölgelerinin dışına ıktılar. Şimdi sadece tarlalar ve arasından kıvrılarak ilerleyen yol vardı önlerinde. Adam cep telefonundan bir numara tuşladı ve return tuşuna basmak için bekledi. Görünürde hiç bir olmadığı bir anı bekliyordu. Telefonun tuşuna bastı.
Yüz küsür metre önde ilerleyen araç, bagajında patlayan bombayla on metre kadar havalandı ve yol kenarındaki bir elektrik trafosunun yanına düştü. Adam aracıyla, arka kısmı tamamen parçalanmış aracın yanından geçerken yavaşladı, aynalı camını indirmişti. Avukat ve kadın ölmüş görünüyorlardı, ama sanık yaşıyordu. Evet! Heryanı kan içindeydi, arabadan çıkmaya çalışıyordu. Gözgöze geldiler. Adam tepeden tırnağa ürperdiğini hissetti. Ölmemişti! Ölmemişti!..
Aynalı camlı araba hızlanıp yoluna devam etti. Adam müthiş öfkeliydi. Sanığın ölmemiş olmasına inanamıyordu. Onu da görmüştü üstelik. Aklına gelen herşeye küfrederek yoluna devam etti. Sürekli direksiyona vuruyor, bağırıp çağırıyor, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Şimdi ne yapacaktı? Nereye gittiğini bilmeden aynı yol üzerinde sürdü arabasını.
Kaderine razı olup yol kenarında bir Cafe'de durdu. Artık hiçbir şeyin bir anlamı kalmamıştı. Planı başarısızlığa uğramıştı işte. Sakinleşmeye çalıştı. Kendine bir çay söyledi ve yolu seyretmeye başladı. Ne kadar zaman sonra olduğunu bilmiyordu ama, kahvenin önüne siyah bir araba yanaşınca ayıldı. Bu siyah arabayı tanıyordu. Arabadan, karısı ve kızının öldürülmesi davasını açmış olan savcı ile iki adam indiler. Diğer adamların sivil polis oldukları her hallerinden belliydi. Hiç şaşırmadan ağır adımlarla ona doğru geldiler. Polisler uzak bir masaya oturup çay söylerken, savcı izin isteyip adamın masasına oturdu.
"Sanık R.M.'i evine götüren arabada bir patlama oldu" dedi savcı. "Bu yolun yirmi kilometre gerisinde... Aynı yoldan geliyor olsaydınız, mutlaka görürdünüz... Gördünüz mü?"
Adam savcıya şaşkınlıkla baktı. "Hayır" anlamında başını salladı.
"R.M. patlamadan kurtuldu. Ve bana ambulansta verdiği ifadesinde, sizin arabanızın bir süre arkadan geldiğini, ama patlama yerinden birkaç kilometre önce pararlel yola saptığınızı gördüğünü söyledi. Hangi yoldan geldiniz?"
Adam kekeleyerek, "Diğer yoldan, di-diğer yol-dan geldim" dedi. Adam, orman içinden geçen o tenha yolu biliyordu, arada kullandığı olmuştu.
"Biliyor musunuz" dedi savcı, "sizin o ifadenizle R.M. serbest bırakıldı -bunu anlayamamıştım, şimdi de onun ifadesi sizi kurtarıyor. İlk bulgulara göre arabadaki bombanın patlatılabilmesi için en fazla ikiyüz metre yakınından bir sinyal gönderilmesi gerekiyor, uzaktan kumanda sistemi daha uzaktan patlatılmasına izin vermiyor. Tabii araştırmaların ayrıntılı sonuçlarını göreceğiz. Diğer yoldan ilerleyen bir arabadan sinyal gönderilmesi mümkün değil. Yani R.M.'in ifadesi sizi kurtarıyor." Sonra kaşlarını kaldırarak, "Bunu anlamış değilim" dedi. "İki olayda da tek tanık var... Tanıkların ifadeleri birbirlerini kurtarıyor. garip bir durum... Ne dersiniz?" Savcı adama dik dik baktı.
Adam eli titreyerek çayından bir yudum aldı.
"Evet garip" dedi. "Hayat da garip bir yolculuk değil midir zaten..." Gülümsemeye çalıştı.
"Bu durumda sizi tutuklamayacağım, ama gözüm üzerinizde olacak bilesiniz" dedi savcı. Adamın yüzüne bile bakmadan masadan kalktı. Polisler de peşinden... Yeni sipariş ettikleri çaylarını içememişlerdi. Çaylar uzun süre masanın üzerinde kaldı. Neden sonra garson gelip bardakları toplarken, "Evet garip" diye sayıkladı adam. Garson adamın masasına geldi.
"Afedersiniz, bir şey mi istemiştiniz?"
"Garip" dedi adam. "Çok garip... Hesap lütfen."
Oda soğuk ve nemliydi. GPU subayı Markow, askerlerin yeni yaktığı odun sobasının ön penceresinden görünen alevleri seyrediyordu. Kızıl Ordu'nun Moskova savunması kahramanlarından biriydi. Sovyet Gizli Servisi'nin ileri hatlarda bilgi toplamakla görevlendirdiği en yetenekli subaylardandı. Yanında patlayan o bomba, bir gözünü, sol elini ve kendine güvenini alıp götürmüştü. Yalnız bununla kalmayıp, onu zalim biri de yapmıştı. Bir süreliğine servisin geri hizmetlerine alınması bu nedenleydi. İki esiri korkunç bir şekilde öldürmüştü. Herşeye rağmen, Batıya doğru ilerlemeye hazırlanan General Şukov onu yeniden cepheye sürmüştü, ama 'kendisine çeki düzen vermesi' şartıyla. Yani zalimlik yapmak yoktu. Etrafına yaydığı korku sürüyordu. Resmen onun odası, bürosu sayılan bu barakaya girmek, emir subayının bile çekindiği bir işti. Adı telaffuz edildi mi herkesin irkildiği gizli servisten, GPU'dan olduğu zaten sır değildi. GPU, yani 'Glawnoye Politiçeskoye Uprawleniye', savaşın en ürkütücü isimlerinden biriydi.
Markow, gaz lambasının fitilini büyüttü. Oda aydınlanınca, ne kadar boş olduğu yeniden dikkatini çekti. Bir masa, bir sandalye, harıl harıl yanan soba ve yorulunca uzanabileceği bir kanepe. Hepsi bu kadardı işte. Tam arkasında asılı siyah-beyaz bir Stalin resmi de olmasa duvarlar tamamen boştu.
Kapı büyük bir dikkatle, çekingen bir el tarafından üç kez tıklatıldı.
"Gir" diye gürledi Markow.
Gelen yüzbaşı sağlam bir selam çaktıktan sonra, esirler arasından bir Romen'in çok sayıda dil bildiğini, çok uyumlu biri olduğunu ve belki askeri bürolardan birinde veya GPU'da kullanılabileceği ihtimaliyle alaydan gönderildiğini bildirdi. Markow, siyah bir çapraz bandla kapattığı kör gözünün ardında derin bir sızı hissetti. Geriye doğru özenle taradığı siyah saçları, bir kurdu andıran keskin yüz hakları ve delici bakışıyla kuşkusuz etkileyici biriydi.
"Getir" dedi.
Yüzbaşı dışarı çıktı ve birazdan iki asker eşliğinde geri geldi. Önünde elleri kelepçeli sarışın bir adam vardı. Adam, bir sinema artisti olabilecek kadar yakışıklıydı. Orta boyludu. Saçları özenle traş edilmişti. Almanlarla birlikte savaşan Romen ordusunun yüzbaşı üniformasını taşıyordu. Hiçbir korku belirtisi göstermiyordu, kendinden emindi. Kızıl Ordu saflarında, hatta belki GPU için çalışmaya hazır olduğu anlaşılıyordu. Solcuydu. Onu kendinden emin yapan biraz da bu olmalıydı. Ama gizli servislerin birinci ilkesinin 'kimseye güvenmemek' olduğunu bilmez görünüyordu.
Sorgunun başından itibaren kendinden emin bir tutum sergileyen Romen, berrak sesiyle anlatıyor, her soruyu düşünmeden hemen yanıtlıyordu. Markow, Kızıl Ordu yüzbaşısı ve askerlere dışarı çıkmalarını emretti. bunu garipsemiş olsalar da dışarı çıktılar. Şimdi odada sadece Markow ve onun tam karşısında, alçak bir sandalyede oturan Romen vardı. Markow masasının üzerindeki kağıtları karıştırdı, birşey arıyor gibiydi. Eli olmayan sol kolunu, her zaman olduğu gibi masanın ardına gizlemişti göstermiyordu.
"Fransızcanız fena değil" dedi. "İtalyanca'nızın derecesini ölçecek kadar İtalyanca bilmediğimi itiraf etmeliyim."
Soylu bir aileden gelen Romen, bütün içtenliğiyle gülümsedi. Gaz lambasının titrek ışığına rağmen, Kırklı yaşların ortasındaki Markow'un karşısında oturan bu sağlam erkek modeli, onun yitirdiği her şeye sahipti. İyimser, gülümseyen güzel bir yüz, kusursuz bir erkek güzelliği, dürüstlük, temiz bir geçmiş, asil bir aile ve daha fazlası.
Markow, önündeki İngilizce kitabı gelişigüzel açtı ve ingilizce kısa bir paragraf okudu. Romen, Markow'un okuduğu cümleyi derhal Rusçaya, ardından Almancaya çevirdi.
Markow, önündeki forma bakarak, "En iyi bildiğiniz diller adı altında üç dil yazmışsınız buraya: Latince, Eski Yunanca ve Mısır Hiyeroglif dili."
Romen, "Arkeoloji eğitimi aldım efendim" dedi, "ölü dillere ilgim vardır. Onları atlamak istemedim."
Markow, ona özgü o irkiltici kahkahasını attı. Vahşi, hayvani bir tona sahip bu kahkaha, Romen'in kanını dondurdu. Oturduğu yerde toparlandı, gülen yüzü ciddileşti.
Markow gene kağıtları karıştırdı, birşeyler arıyordu. Sonra aradığını buldu. Elini kaldırdığında, soğuk siyah bir tabanca göründü elinde. "O dilleri ölülerle konuşursunuz artık" deyip sırıttı. Moskova savunmasında gösterdiği üstün başarıdan dolayı kendine hediye edilen 7.62'lik Tokarew TT-33'ü ardarda üç kez ateşledi. Kurşunlardan biri Romen'in gözüne, diğeri eline, sonuncusu da tam kalbine isabet etti. Romen'in güzel yüzündeki ifade donup kaldı. Heryer kan içinde kaldı. Hızla içeri giren askerler, yüzü ve göğsü kandan kızıla kesmiş Romen'in son nefesini vermesine şahit oldular. Yakışıklı subayın elini delip geçen kurşun, ahşap duvarda küçük bir delik açmıştı. Deliği kimse görmedi.
Markow'un silahından çıkan kurşunun açtığı delikten günün ilk ışıkları odaya dimdik girip yeri aydınlattığında, Markow raporunu yazmaktaydı.
"Romen ordusunun piyade yüzbaşı rütbesini taşıyan tercüman Tudor Usarescu'nun, GPU'ya sızmak çin görevlendirilmiş bir 'Gestapo' ajanı olduğu anlaşılmıştır. Sadece ölü dilleri çok iyi konuştuğu ve gizliliğe zarar verebileceği için bir esir olarak da olsa hiçbir Kızıl Ordu bürosunda çalıştırılamayacağına karar verilmiştir. Maskesinin düştüğünü anlayan ajan, son bir hainlik gösterisi yapmak istamiş, yoldaş Stalin'e, SBKP'ye, sevgili vatanımız Sovyetler Birliğine, işçi sınıfının şanlı mücadelesine hakaret etmiştir ve bunun üzerine her hain gibi vurularak öldürülmüştür. Saygılarımla arz ederim. Kalinin 4'üncü Ordusu 21'inci piyade tugayı GPU sekreteri binbaşı Georgi Ivanoviç Markow."
Markow, kurşun deliğinden yatay bir açıyla yere inen günışığı huzmesinin aydınlattığı parlak kırmızı bir leke gördü. Küçük bir kan lekesi. Yerleri temizleyen askerlerin gözünden kaçmış olmalıydı. Kör gözünün ardında, derinlerde, gene o tanıdık sızıyı hisseti. O kırmızı lekeyi ömrü boyunca taşıdı.
Kadınsınız. Hatır-gönül üzerine bir partiye katılmak zorunda kaldınız... Göze batmamak, partiyi savuşturmak için durmanız gereken en uygun köşe hangisidir? Elbette hiçbirisidir. Eğer bayrak gibi kırmızı dekolte bir elbise giyip saçlarınızı platin sarısına boyadıysanız, tuvalete bile saklansanız bütün dikkatleri üzerinize çekersiniz. Dikkat çekmemek ve milletin ilgisini kendinizden uzak tutmak istiyorsanız, herkesin giydiği türden -ama soluk renkli grimtrak birşeyler giyer, makyaj yapmaz ve fazla da gülümsemezsiniz olur biter... Öyle mi?!Bazıları, nerede durursa dursunlar, ne giyerlerse giysinler mutlaka farkedilirler. Eğer böyle biriyseniz, zaten tanınıyorsunuzdur ve bu durumda ilgiden kaçış yoktur. Yeni moda olduğu üzere buna “karizma” deniyor. Hayır, biz buna “cazibe” diyelim. Karizma, erkeksi bir tınıya sahip. Cazibe kadınsı, dişi bir söz.Cazibeli biri bir partide ortada salınıyorsa, etrafında üç farklı türden “ilgili” insan türü dolaşıyordur. Bunlardan en iğrenç olanı, çıkar ve iş peşinde koşanlardır. Cazibeli kadının bir sinema oyuncusu olduğunu varsayalım ve mesela “Issız Adam” gibi bir filmde başrol oynamış olsun. Etrafındaki ilgililerin en itici olanları, bir şekilde ondan çıkar umanlar veya cazibe hanımın etrafında görünerek başkalarına hava atmayı düşünenlerdir. Bu tipler her yerde vardır ve inanılmaz derecede arsızdırlar. (Atsineği familyasından oldukları söylenir) İkinciler, cazibe hanımın sahiden tanıdıkları ve onu sahiden seven insanlardan oluşur. Bu kategoride olmak, böyle zamanlarda hiç de rahat bir durum arzetmez. Cazibe hanıma mutlaka güzel birşeyler söylemek, hiç olmazsa durmadan gülümsemeleri falan gerekir -onlardan da bu beklenir. İyi hoş da, bu abartılır genellikle. Mutlaka yanına gitmeler, “Ah canıım, çok güzelsin genee!” demeler, sarılıp öpmeler ve saire... Onunla en azından biriki laf etmeleri zaten şarttır. Böyle zamanlarda böyle cazibeli kişilere takılıp kalmak genellikle pek hoş karşılanmadığından (öyle ya, herkes biraz konuşmak falan ister cazibe hanımla. Her konuşan yanında kalırsa, az sonra koca bir insan öbeği oluşur ki görgüsüzlük sayılır!) konuşmalar kısa tutulur ve kimle konuşacağına zaten sonunda cazibe hanım karar verir -ha bu arada “sıra bana da gelsin” soğuk savaşları bile çıkabilir partide.
Cazibe hanıma ilgi gösterenler arasında en ilginç olanlar, ilgilerini gizlemeye çalışanlardır. Onları gözlemlemek, partinin en güzel, en eğlenceli, en enteresan tarafı olabilir. Gizli ilgililer, bu ilgilerini gizlerler, zira gerçekten çok etkilenmişlerdir. Onunla konuşurken kontrollarını kaybetmekten ve heyecanlarını belli etmekten korkarlar. Böyle bir kadına zayıf görünmek... İşte bunu hiçbir erkek istemez. Bunların arasında, “ben kimim de onunla konuşacağım, yüzüme bile bakmaz” diye düşünenler de vardır elbette, ama biz onları saymıyoruz. Onlar, daha başta kendi komplekslerinin kurbanı olmuşlardır ve muhteşem bir kadınla tanışma şansından, daha o cazibeyi gördükleri an vazgeçip kendi tanıdık-bildik vasatlıklarında güven içinde yüzmeyi kabullenmişlerdir.
Cazibe hanım, filminde canlandırdığı tiplemeye benzememektedir. Normal hayatında, parti-marti takmayan, gittimi de parti köşe kenarlarına saklanmayı tercih eden biri olduğu anlaşılmaktadır. Sıradan dar bir kot pantolon. marka spor ayakkabılar, v-yakalı bol bir kazak giymiştir. (Buna rağmen iri ve biçimli göğüslerini gizlemeyi başaramamıştır) Soluk renkler. Tabii saçları farklıdır. Onlardan taviz vermemiştir. Saçları özenle taralı ve fönlüdür. İlgi odağı olmak istemediği, herkesle eşit konumda, aynı göz hizasında birarada olmak istediği bellidir. Kalabalıkta iyice kaybolup gitmek istemediği de anlaşılmaktadır (bu zaten mümkün değil). Şu görünmeyen cinsinden hafif makyaj yapmayı tercih etmiştir -hani yüzü canlı ve taze gösteren ama renk taşımayan makyaj... Gülümseyince kocaman gözlerinin içi gülen, bir muhteşem dişi. Tam bir kadın. Güzelliğin özgün bir türevi.
Böyle cazibeli birine, sıradan biriymiş gibi davranmak zordur. Bütün duygularınızı ve heyecanınızı yan odada bırakıp, bir doktorun hastasına yaklaşırken takındığı “bilimsel” soğuklukla yaklaşmak -ki gizli ilgililer genellikle bu yolu tercih ederler- güzelliğe/dişiliğe saygısızlıktır. Toplumsal zart-zurtlar, bilmemne kuralları, böyle partilerdeki hal ve gidiş numaraları, cazibe karşısında önce bi' “tarafsız” buz kesmeyi gerektirir -be cool!. O buz tavırlardan yola çıkarak yakınlık kurmaya çalışılır genellikle. Yani sahici duygularınızı vestiyere bırakıp çıkarken alacaksınız! Ama Hayır! Bir alternatif daha vardır. Orada en dürüst ve en sahici halinizi takınarak, cazibeden nasıl etkilendiğinizi gösterirsiniz, hatta cazibe hanıma bunu söylersiniz. Ne söylediğiniz hiç önemli değildir. Sıradan bir geveleme bile olabilir. Cazibe hanım sahici biriyse ve sahiciliğini vestiyere bırakmadıysa, sizi mutlaka anlar. Ve sahici olanlar, bu sahiciliğin, içtenliğin değerini bilir. Onca insanın arasından, hiç tanımadığı sizi görür ve bir an, etrafında dönen o ilgili-bilgili yumağından tamamen sıyrılıp, diğerlerinin varlığını unutarak size baktığını hissedersiniz. Gülümser. O bir an, sonsuza kadar uzayabilecek bir andır. Onunla daha sonra geliştireceğiniz sohbetler, o anın ışığında süreceğinden pek önemli değildir artık. Çünkü hiçbir şey o bir anın yoğunluğuna sahip olamaz. Güzellik denen şeyin tıpkı baharda açan hanımeli veya karlar arasından gülümseyen kardelen gibi, önemli ölçüde cinsiyetle ilgili bir şey olduğunu da yeniden anlarsınız bu arada.
Sahici olanlar belki duygu, algı ve gönül anlamında yoğun bir hayat sürerler ama bu, sahiciliğin kusur sayıldığı bir dünyada, sanıldığından çok daha tehlikeli ve zor bir hayattır. O tehlikenin bilincinde olup, buna rağmen sahici olmak elbette harika birşey... Ama bu, ustura gibi keskin bir kılıçla birlikte yaşamaya benzer. Japon kılıcı kınındayken, kılıcın keskin yüzünün kına yakın yerinde kın, bir kağıt inceliğindedir. Yani kılıcı çekerken heyecanlanıp kendine hakim olamayan, veya nefsiyle sorunlu olan, çekme usulünü bilmeyen kişi, kılıcı çekerken kılıç kınını yarıp çıkar ve heyecanlı olanların bir-iki parmağını uçurur. Bu, dandik adamların kılıca el sürmemeleri için düşünülmüş bir önlemdir! Kınındaki bir kılıcı tutmak bile bir özterbiye, yoğunluk ve dikkat gerektirir. Sahicilik de böyledir.
Sahicilik partilerde sık görünmez! Vestiyere bırakılmadıysa, genellikle gözlerden uzak köşelere saklanır. Ama cazibe merkezi de sahiciyse, saklanması imkansızdır.
Kriz zamanı harcamalarınıza dikkat edin. Hiçbir şeyi ziyan etmemeye azami dikkat gösterin... Kendinizi de ziyan etmeyin... Aşkınızı da?!..
Kadınlar sır küpüdür. Erkekler gibi boşboğazlık edip gönül ve yatak maceralarını uluorta anlatmazlar -en azından erkeklerin yanında yapmazlar bunu. Meraklı biriyseniz, bunun bir yolunu yordamını bulursunuz. Tabii o yol yordam, kişiye göre değişir. Mesela onları kızdırabilir ve sizi yatağa atamayacakları bir noktada provoke edebilirsiniz. Yatak ihtimali varsa, asla böyle şeyleri öğrenemezsiniz, çünkü anlatmazla. Ama o sınırda kalıp o ihtimali tamamen silmeden bazı operasyonlara girişmek... Bu, iyi tanıdığınız insanlarla olur. Dikkat! Çatışmayı ateşten önceki köz halinde tutmazsanız, tokadı yiyebilirsiniz. O halde provokasyonu kıvamında tutmak gerek...
İşte böyle bir danışıklı ağız dövüşünde ortaya saçılacak hikayeleri ziyan etmemek için iktisatlı konuşup hakaretleri, sataşmaları sineye çekmek, işin baş kuralı. Gurur katsayısı yüksek erkek tatlısu mayınlarına, böyle oyunlardan uzak durmaları önerilir. 'Anlatan Kadınlar', böyle durumlarda dinlemeyi bilmeyen adamları, mesela -aslında hakaret olmayan- hakaretlerine kabalıkla karşılık veren adamı dövülmüşten beter edebilirler... Mesela bu meyanda Chizuko'ya çatarsanız iki hareketiyle kendinizi birden yerde bulabilirsiniz -Peşinen söylemiş olalım.
Ama sözünü edeceğimiz kişi Asyalı değil, Avrupalı bir kadın. Claudia (bu takma adı), uzun boylu kumral, tüm kıvrımlarıyla, duygu-düşünceleriyle, ince parmaklarıyla harika biri. Sanat eserleri tüccarı ve sanatçı manegeri. Güzelliklerden ve insandan iyi anlar. Sürekli pantolon giymesine rağmen, çok düzgün bacaklara sahip. (Bunu anlamak için sanatçı olmak gerekmiyor) Kısa saçları he zaman dağınık ve bu ona çekicilik katsayısı yüksek bir serserilik payesi verir. Oturunca erkekler gibi bacak bacak üstüne atar ve gene o dar deri pantolonunu giydiyse, kışkırtıcılığı üzerindedir. Pantolonunun sıkıca sardığı bedeni, her erkeğin bakışlarını üzerine yapıştırabilecek kadar “orijinal”dir. Düzgün yüz hatları, iri mavi gözleri vardır ve o hınzır gülümsemesiyle (ağzının yarısıyla güler) tavlayamayacağı adam yoktur. Tavlar da...
Onunla oynadığımız oyun, bir tür dertleşme oyunu -ama ona özgü o asalet bayrağını yere düşürmeden, kapışarak dertleşmek!.. Olay bir ağız dalaşıyla, tartışmayla falan başlar. O başlatır. Yarı ciddi yarı şaka bir ortamda karşılıklı salvolarla sürer. O gün çatışmayı ben başlattım, durgun halinin nedenini merak etmiştim -merak işte! Kızgınlık anında bana inceden giydirerek anlattığı kadarıyla, bu yıl bir gazeteciyle hızlı bir yaz geçirmiş. Adam müthiş cimri biriymiş. Evindeki Kaniş cinsi köpeğine mama almıyormuş mesela, yemek artıklarını veriyormuş hayvana. Claudia, adamın evinde sağı-solu karıştırırken bir de köpek kamçısı bulmuş, hani şu eski zaman züppelerinin çizmelerine vurarak şaklattıkları, at binenlerin kullandığı cinsten kısa kamçılarından. Onun dilinde bu dalganın adı 'köpek kamçısı'. “Bu da ne böyle” diye kızmış buna. Aklından abuk-sabuk düşünceler geçmiş. Sevişirken kadın döven tiplerden biri olup olmadığını merak etmiş ve bir gece sevişmenin tam en cıvcıvlı yerinde yastığının altından çıkarıp sırtında şaklatmış kamçıyı. Adamın o yollarda bezi yokmuş meğer, kamçı hakkında Bir şey anlatmamış, bir iki ucuz yalan atmış. Sonra bir güzel kavga etmişler. Claudia böyle kavgaların ustasıdır. Kıvamında bitirmesini, sonra barışma ayağıyla ilişkileri tazelemesini falan iyi bilir. O kamçıya takmış.
Claudia, ayrılmak pahasına, gazetecinin ağzından teker teker almış lafları, kamçının evde ne aradığını öğrenmiş sonunda...
Gazeteci, bir önceki sevgilisi tarafından fena halde boynuzlanmış. Kadına haddini bildirmek için üşenmemiş, Londra'daki bir aksesuar dükkanından o kamçıyı almış. Kadını iş arkadaşıyla yakalayıp bir temiz dövmüş. Kamçı oradan... Adam sevişirken kamçıyı yiyince, hak yerini bulmuş olmuş -Claudia öyle deyince konu anlaşıldı.
Bildiğim Claudia nezdinde, böyle durumlarda bir kamçı darbesiyle hak yerini bulabilemez!.. Claudia'nın gözünde bu kadar hafif bir cezayla kurtulabilen birine... Claudia az buçuk yanmış olmalı... (Yoksa bahse girerim, adamı fena harcar, olmadı pata-küte girişirdi) Bu ihtimali sezdirince, önündeki kadehi eliyle itip kendinden uzaklaştırdı, sigarasını söndürdü ve bana “Lan sen de şimdi...” diye başlayan karışık bir cümle kurdu. Hani şu, öfke savuşturan cümlelerden, içeriği önemsiz, hatta belirsiz olanlardan...
Claudia adamı hemen terketmemiş. Hmm... Kamçı hikayesini çözene kadar... Adam sonunda şakayla karışık (bir marifetmiş gibi) doğruyu söylemiş. Eve neden köpek aldığını falan anlatmış. -Kel alaka?- Adam cümlesini tamamladığı an, Claudia gene böyle sigarasını söndürmüş ve adamın suratına bile bakmadan, bir “Adieu” bile demeden onu oracıkta terketmiş.
Adamın lafı aynen şuymuş: “Dayak olayının ardından o kadınla ayrıldık. Geriye de o kamçı kaldı. Ben de ne yaptım biliyor musun? Kamçı ziyan olmasın diye bir köpek aldım.”
Adamın bunları sırıtarak nasıl anlattığını gözümde canlandırabiliyordum. Hayretten çenemin yerlere düştüğü "E pes!" vaziyetlerindeydim!.. Peki Claudia adamı neden benzetmemiş?.. Aklıma gelen ilk soru buydu.
Sessizlik...
Evet!... Demek ki!..
Sigarasını söndürünce oynadığımız ağız dalaşı sona erdi. Üzgündü... (kızgın değildi!..) İlk çatışmamız olmadığından, atmosferi şenlendirip gönlünü almak zor olmaz diye düşündüm, ama bu kez farklıydı. Bunu derhal sezinleyemediğim için kendime kızdım. Biz bahaneler uydurarak sırlarımızı birbirimize anlatırdık böyle... Kadınla erkeğin cinsel gerilimini arkadaşlığa kurban etmemek için, işi kadın-erkek kavgasına dökmek hoşumuza giderdi. Arkadaşlık sınırlarında gezinen o elektriklenmeyi cazırdatmadan kıvamında tutmayı severdik. Ama aşık olduğunu anlayamamıştım -hem de berbat bir herife. (İşin daha berbat yanı, o gazeteciyi tanıyordum -da bu kadar cins biri olduğunu bilmiyordum) Adamı bulup Claudia ile barışmaya ikna etmek gibi bir iyilik yapabilecek durumda olmama rağmen, yaptığı sopalık iş için parmağımı bile kımıldatmak istemezdim. Kısacası... Bu tip jestlere kapalı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu, boğazım sıkılırcasına anladım. Halbuki Claudia'nın aşık olduğu bir kişi çiçek alıp onun kapısında ağaç olsa, kesinlikle umut vardır... Öyledir... Ama anlattığı cins bir adam, Claudia'nın kapısında köpek olsa Claudia onu affetmez... Bilirim... Aşık olsa da affetmez.
Claudia aşk acısını belli etmeden çekmiş... Belli etmeden mi?!.. Bana...
Claudia başını kaldırdığında gözleri dolu doluydu. Saklamak istememişti. Bir yıl sonra artık gizlenemeyen gözyaşları...
Çözüldüğüm an.
Yav!... Çok özür dilerim... çok!.. özür dilerim... İşin ölçüsünü kaçırdım işte... Bu oyunda bu ihtimal hep vardır, ama asla o noktaya gelmemiştik. Benim eşekliğim... Söz veriyorum, sana en derin aşk yaralarımdan birini sezdireceğim ve erkekliği-merkekliği takmadan zarıl zarıl ağlayacağım yanında. O halimle kafa bulursan, kesinlikle kızmayacağım... Evet kızmayacağım...