23 Ağustos 2009 Pazar

Javier Tomeo / KURTÇUK






Ya sen? Sen kimsin?, diye soruyorum ayağımın dibinde farkettiğim minicik yaratığa.

Ben Kurtçuk'um diye tekrarlıyor. Aptal ve yavaş bir hayvancık.

Derim üzerinden nefes alıyorum, sindirimim de bedenimin tamamını kapsıyor. Annem, ben doğduktan hemen sonra dedi ki bana: Üzülme Frederik. Sen ne akıllı ne de güzelsin. Kanatların yok. Ayakların bile yok. Ama sürünerek yalakalanırsan, her yere ulaşabilirsin.

11 Ağustos 2009 Salı

Wolfdietrich Schnurre / MİNİĞİN GÜCÜ





"Hemen defol" diye azarladı boğa, kulağına konmuş sivri sineği.
"Benim boğa olmadığımı unutuyorsun" dedi sinek ve boğanın kulağını feci halde soktu.

7 Ağustos 2009 Cuma

Lauren Groff / ÖZ...




Hikaye anlatma sanatının özü, yalan söylerken gerçeği anlatmaktan ibarettir.

26 Temmuz 2009 Pazar

F.K. Waechter / SOLO NUMARAM


Perde açılıyor.
Sahneye çıkıyorum.
Seyircilerimin hepsini vuruyorum.
Eğilip selam veriyorum.
Alkış, bandtan veriliyor.

24 Temmuz 2009 Cuma

Su sesi


Adam hapisteki hücresinde, sürekli su sızdıran tuvalet sifonunun sesini dinliyordu. Başta çok rahatsız oldu. Ama o denizi, dalga seslerini çok severdi. Sesin onu rahatsız etmesine izin vermedi. Su sesini, denizin sesiymiş gibi dinleyerek mutlu yıllar geçirdi.

Hapisten çıkar çıkmaz ilk işi deniz kıyısında, dalgaların sesini duyabileceği bir daire kiralamak oldu. Ama dalgaların sesi ona hücresindeki bozuk sifonu hatırlatmaya başladı. Sonunda denizin sesi öyle bir hal aldı ki, adam kendisini hücresinde sanmaya başladı. Adam kaçmaya karar verdi. Bir kaçış planı yaptı ve bir gün yeni hayatından kaçtı. Yanına hiçbir şey almadan dağların yolunu tuttu. Bir dağ köyüne yerleşti.
Sessizliğin ve bahçede çalışmanın tadını çıkarmayı öğrendi. Çok mutluydu.

Yıllar sonra bir arkadaşı ona kocaman bir tablo hediye etti: Bir deniz manzarası. Adam tabloyu evinin baş köşesine astı.

Bir ay sonra suyla dolu küvetinde ölü bulundu.
Küvetteki su tuzluydu.

Ama kimse bunun farkına varmadı
.

28 Şubat 2009 Cumartesi

Sultan ile İmparator arasında



Yemek salonu, gözalıcı bir şekilde çiçeklerle süslenmişti. Yemek, Marş-ı Sultani ve Alman Marşı'nın çalınmasıyla başladı. Sofrada Sultan Reşad'ın sağına Alman İmparatoru II. Wilhelm oturmuş, karşılarında ise Veliaht Vahdettin yer almıştı. Ziyafete katılanlar arasında, şehzadelerden Abdülmecid, Ziyaeddin, Ömer Hilmi, Abdülhalim, Osman Fuad efendiler ve Sadrazam Talat Paşa, Herbiye Nazırı Enver Paşa, Ayan ve Mebusan reisleri, Şeyhülislam Musa Kazım dikkati çekiyorlardı.

Mönü zengindi. İmparator, soğuk levreği ve çiftlik pilavını özellikle beğenmişti. Şimdi tatlılarını yiyorlardı. İmparator ananaslı badem tatlısından bir kaşık aldı ve yanındaoturan Enver Paşa'ya dönerek, "İşte bu harika" dedi ve gülümsedi. 1917 yılının Ekim ayındaki bu ziyaretinin, giderek bir veda ziyaretine dönüşmeye başladığını biliyordu. Savaş iyi gitmiyordu ve bu artık gizlenemez bir şekilde belirginleşiyordu. Yorgun ve hasta Sultan V. Mehmet'te Sultan II. Abdülhamit'in karizmasından eser yoktu. Ateşli bir Türk milliyetçisi olan Enver'in ise, bir yenilgiyi hazmetmesi
hiç mümkün gibi görünmüyordu. Masadakiler İmparatora gülümsediler. Sohbet devam ediyordu.

İmparator'un, ziyaretinin ilk günü Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'ye gösterdiği ilgisi azalmış görünüyordu. Şimdi yanında yeniden Enver Paşa vardı ve konu genellikle savaşın gidişi üzerinde odaklanıyordu.
Enver Paşa, o çocuksu gülümsemesiyle, "General Ludendorff'un Batı cephesinde İngilizlere karşı büyük bir darbe indirmesi an meselesi olmalı Ekselansları" dedi. İmparator gülümsedi. O gün güydiği Osmanlı Mareşali üniformasını henüz çıkartmamış gibi, bir Osmanlı subayı gibi Ortadoğu'daki Türk direnişini övdü ve başarının yakın olduğunu söyledi. Halbuki daha 5 Ekim günü, yolculuğa çıkmadan önceki son savaş raporunda, Batı cephesindeki İngiliz saldırısının kaygılandıracak durumda olduğunu okumuştu. İstanbul'a gelmesinin nedeni de bu değil miydi? Türklerin o etkileyici misafirperverliğini belki son bir defa daha yaşamak, savaş stresinden birkaç günlüğüne de olsa biraz uzak kalmak ona iyi gelecekti.

Mümkün olduğunca iyimser bir dille konuşuyordu.
Enver Paşa, gene o çocuksu gülümsemesini bozmadan, "Sözlerinize aynen kayılıyor, bir lam mim ve iki elif koyuyorum Ekselans" dedi.

İmparator irkildi. Bunu belli etmemeye ve Paşanın söylediğini anlamazdan gelerek, "Teş
ekkür ederim" demekle yetindi ve konuyu değiştirmek amacıyla, Veliaht Vahdettin'e dönerek, saraydaki hayat hakkında bir kaç soru sordu. Bu silik ve sessiz Veliahtın söylediklerini dinler göründü. O, Paşa'nın söylediklerini düşünüyordu. Bu harfler, Sultan Abdülhamit ile aralarında kararlaştırdıkları gizli şifrenin anahtarıydı. Bu şifreyi kullanarak Abdülhamit ile, tahttan indirilmesine kadar düzenli olarak doğrudan temas halinde olmuşlardı. Peki Abdülhamit ile irtibatını halen devam ettirdiğini biliyor olabilir miydi? Dostu Sultan Abdülhamit akıllı ve tecrübeli bir devlet adamıydı. Yeni İttihat Terakki Hükümeti'nin devrik Sultanı dünyadan izole edip onun tecrübesinden yararlanmaması, onun da bu akıllı adamdan tamamen kopmasını gerektirmezdi. Savaş kötü gidiyordu ve durumun bir şekilde değiştirilmesi, bunun için de her fikirden yararkanılması gerekiyordu.

Vahdettin sözlerini bitirdi. Bu sırada Talat Paşa, o nazik üslubuyla İmparatora birşeyler sordu. Enver Paşa, Talat Paşa'nın İmparator'a söylediklerini Almanca'ya tercüme etti. Soru gene Batı cephesiyle ilgiliydi. Buna da yanıt veren İmparator, espri yapmak ve biraz da merakını gidermek amacıyla, "işte nasıl denir, 'işin Elifi Lamı Mimi' gibi, savaşı kazanacağız" dedi. Enver Paşa'nın gözleri parladı. O sakin halini bozmadan gülümseyerek, "Aynı şekilde bundan sonra Elifli Mimli konuşarak daha yoğun bir teşrik-i mesaide bulunabiliriz Ekselansları" dedi. Bu, Enver'in, tıpkı Abdülhamit'le Wilhelm arasındaki gibi bir haberleşme arzusunun ifadesinden başka birşey değildi. Abdülhamit'le hali-hazırdaki ilişkisini bilmiyor olmalıydı.

İmparator Enver Paşa'yı anlamamazlıktan geldi. Böyle bir yakınlaşma imkansızdı. Enver Paşa'nın muadilleri onunla yeterince yakındı zaten. Enver dengi değildi, Sultan değildi.
II. Wilhelm, Sultan V. Mehmet Reşad'a baktı, "Zavallı adam" diye geçirdi içinden. Şimdi onun yerinde eski dostu Sultan Abdülhamit'in oturmasını ne kadar isterdi. Enver'in o koltuğu doldurması ne kadar zordu. Kadehini kaldırdı. "Türk-Alman dostluğuna!" dedi. Masadaki herkes kadehine uzandı. Kadehler kalktı. Yaşlı Sultan, elinde kadehi, yorgun gözleriyle gülümsedi.

Davetliler listesi hakkındaki bilgiler, Fatmagül Demirel'in 'Son Ziyaretler Son Ziyafetler' (İstanbul 2007) adlı kitabından alınmıştır.

1 Şubat 2009 Pazar

Hayat garip bir yolculuk


Hakim adama dikkatle baktı ve sorusunu yineledi:
"Emin misiniz?"

"Evet efendim" dedi adam. "o karımı ve kızımı öldürmüş olamaz. Çünkü ben onu cinayet saatinde çalıştığım büronun önünden geçerken gördüğüme eminim."

Hakim büyük bir ciddiyetle, birkaç saniye boyunca konuşmadan adamı süzdü. Adamın avukatı, tam bir şok yaşıyordu. Müvekkiline, uzaydan gelmiş birini görmüş gibi hayretle bakıyordu.

Karar için herkes ayağa kalktı.

Karar beraatti. İki kişiyi öldürmekten sanık R.M. delil yetersizliğinden beraat ediyor, hapiste kaldığı süre de göz önünde bulundurularak derhal serbest bırakılıyordu. R.M. şaşkın ve sevinçliydi. Ölenlerin ve adamın yakınları adamın yüzüne bile bakmadan terkettiler salonu. Ölen küçük kızın anneannesi ve ölen kadının annesi yaşlı kadın durmadan ağlıyordu. Bir tek o adama "Lanet olsun sana" dedi, fısıldayarak. Fısıltı öyle keskindi ki, adamın kulağundan girip beynine işledi. Avukat, müvekkilinin bu son an ifadesiyle yılıkmış, hala toparlanamamıştı. Masasında oturuyor, boş boş önüne bakıyordu.

Adam mahkemeyi hızla terketti. Gazetecileri ekmiş ve dönüp dolaşıp, mahkeme girişini gören karşı binaya arka kapıdan girerek beklemeye başlamıştı. Basından ve tanıdık gözlerden kurtulduğundan emin oluncaya kadar bekledi. Sonra şapkasını kaşlarına doğru indirdi, yüzünü atkısıyla iyice gizleyerek binanın önündeki aynalı camlı arabasına bindi.

Sanık, resmi işlemlerin halledilmesinden sonra mahkeme binasından çıktı. Yanında avukatı ve karısı vardı. Peşinde yarım düzine gazeteci vardı. Gazetecilerin sorularını sevinçle yanıtladıktan sonra avukatının arabasına bindiler. Aynalı camlı kiralık arabanın içinde bu anı bekleyen adam, avukatın arabasının peşine takıldı. Arabayı yüz metre kadar arkadan takip ediyordu. Avukatın arabası şehir dışına doğru yol aldı. Sanığın evine gidiyor olmalıydılar. Sanığın da bir kızı vardı ve duruşma sırasında dinleyiciler arasında görünmediğine göre, ona gidiyor olmalıydı. Adam yumruğunu sıktı. Birkaç dakika sonra öndeki araba şehir dışına doğru yol alırken, adam da yan koltukta açık duran haritaya kısa bir göz attı. Evet, evine gidiyor olmalıydı. Yerleşim bölgelerinin dışına ıktılar. Şimdi sadece tarlalar ve arasından kıvrılarak ilerleyen yol vardı önlerinde. Adam cep telefonundan bir numara tuşladı ve return tuşuna basmak için bekledi. Görünürde hiç bir olmadığı bir anı bekliyordu. Telefonun tuşuna bastı.

Yüz küsür metre önde ilerleyen araç, bagajında patlayan bombayla on metre kadar havalandı ve yol kenarındaki bir elektrik trafosunun yanına düştü. Adam aracıyla, arka kısmı tamamen parçalanmış aracın yanından geçerken yavaşladı, aynalı camını indirmişti. Avukat ve kadın ölmüş görünüyorlardı, ama sanık yaşıyordu. Evet! Heryanı kan içindeydi, arabadan çıkmaya çalışıyordu. Gözgöze geldiler. Adam tepeden tırnağa ürperdiğini hissetti. Ölmemişti! Ölmemişti!..

Aynalı camlı araba hızlanıp yoluna devam etti. Adam müthiş öfkeliydi. Sanığın ölmemiş olmasına inanamıyordu. Onu da görmüştü üstelik. Aklına gelen herşeye küfrederek yoluna devam etti. Sürekli direksiyona vuruyor, bağırıp çağırıyor, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Şimdi ne yapacaktı? Nereye gittiğini bilmeden aynı yol üzerinde sürdü arabasını.

Kaderine razı olup yol kenarında bir Cafe'de durdu. Artık hiçbir şeyin bir anlamı kalmamıştı. Planı başarısızlığa uğramıştı işte. Sakinleşmeye çalıştı. Kendine bir çay söyledi ve yolu seyretmeye başladı. Ne kadar zaman sonra olduğunu bilmiyordu ama, kahvenin önüne siyah bir araba yanaşınca ayıldı. Bu siyah arabayı tanıyordu. Arabadan, karısı ve kızının öldürülmesi davasını açmış olan savcı ile iki adam indiler. Diğer adamların sivil polis oldukları her hallerinden belliydi. Hiç şaşırmadan ağır adımlarla ona doğru geldiler. Polisler uzak bir masaya oturup çay söylerken, savcı izin isteyip adamın masasına oturdu.

"Sanık R.M.'i evine götüren arabada bir patlama oldu" dedi savcı. "Bu yolun yirmi kilometre gerisinde... Aynı yoldan geliyor olsaydınız, mutlaka görürdünüz... Gördünüz mü?"

Adam savcıya şaşkınlıkla baktı. "Hayır" anlamında başını salladı.

"R.M. patlamadan kurtuldu. Ve bana ambulansta verdiği ifadesinde, sizin arabanızın bir süre arkadan geldiğini, ama patlama yerinden birkaç kilometre önce pararlel yola saptığınızı gördüğünü söyledi. Hangi yoldan geldiniz?"

Adam kekeleyerek, "Diğer yoldan, di-diğer yol-dan geldim" dedi. Adam, orman içinden geçen o tenha yolu biliyordu, arada kullandığı olmuştu.

"Biliyor musunuz" dedi savcı, "sizin o ifadenizle R.M. serbest bırakıldı -bunu anlayamamıştım, şimdi de onun ifadesi sizi kurtarıyor. İlk bulgulara göre arabadaki bombanın patlatılabilmesi için en fazla ikiyüz metre yakınından bir sinyal gönderilmesi gerekiyor, uzaktan kumanda sistemi daha uzaktan patlatılmasına izin vermiyor. Tabii araştırmaların ayrıntılı sonuçlarını göreceğiz. Diğer yoldan ilerleyen bir arabadan sinyal gönderilmesi mümkün değil. Yani R.M.'in ifadesi sizi kurtarıyor." Sonra kaşlarını kaldırarak, "Bunu anlamış değilim" dedi. "İki olayda da tek tanık var... Tanıkların ifadeleri birbirlerini kurtarıyor. garip bir durum... Ne dersiniz?" Savcı adama dik dik baktı.

Adam eli titreyerek çayından bir yudum aldı.

"Evet garip" dedi. "Hayat da garip bir yolculuk değil midir zaten..." Gülümsemeye çalıştı.

"Bu durumda sizi tutuklamayacağım, ama gözüm üzerinizde olacak bilesiniz" dedi savcı. Adamın yüzüne bile bakmadan masadan kalktı. Polisler de peşinden... Yeni sipariş ettikleri çaylarını içememişlerdi. Çaylar uzun süre masanın üzerinde kaldı. Neden sonra garson gelip bardakları toplarken, "Evet garip" diye sayıkladı adam. Garson adamın masasına geldi.

"Afedersiniz, bir şey mi istemiştiniz?"

"Garip" dedi adam. "Çok garip... Hesap lütfen."

15 Ocak 2009 Perşembe

Üç ölü dil


Oda soğuk ve nemliydi. GPU subayı Markow, askerlerin yeni yaktığı odun sobasının ön penceresinden görünen alevleri seyrediyordu. Kızıl Ordu'nun Moskova savunması kahramanlarından biriydi. Sovyet Gizli Servisi'nin ileri hatlarda bilgi toplamakla görevlendirdiği en yetenekli subaylardandı. Yanında patlayan o bomba, bir gözünü, sol elini ve kendine güvenini alıp götürmüştü. Yalnız bununla kalmayıp, onu zalim biri de yapmıştı. Bir süreliğine servisin geri hizmetlerine alınması bu nedenleydi. İki esiri korkunç bir şekilde öldürmüştü. Herşeye rağmen, Batıya doğru ilerlemeye hazırlanan General Şukov onu yeniden cepheye sürmüştü, ama 'kendisine çeki düzen vermesi' şartıyla. Yani zalimlik yapmak yoktu. Etrafına yaydığı korku sürüyordu. Resmen onun odası, bürosu sayılan bu barakaya girmek, emir subayının bile çekindiği bir işti. Adı telaffuz edildi mi herkesin irkildiği gizli servisten, GPU'dan olduğu zaten sır değildi. GPU, yani 'Glawnoye Politiçeskoye Uprawleniye', savaşın en ürkütücü isimlerinden biriydi.

Markow, gaz lambasının fitilini büyüttü. Oda aydınlanınca, ne kadar boş olduğu yeniden dikkatini çekti. Bir masa, bir sandalye, harıl harıl yanan soba ve yorulunca uzanabileceği bir kanepe. Hepsi bu kadardı işte. Tam arkasında asılı siyah-beyaz bir Stalin resmi de olmasa duvarlar tamamen boştu.

Kapı büyük bir dikkatle, çekingen bir el tarafından üç kez tıklatıldı.

"Gir" diye gürledi Markow.

Gelen yüzbaşı sağlam bir selam çaktıktan sonra, esirler arasından bir Romen'in çok sayıda dil bildiğini, çok uyumlu biri olduğunu ve belki askeri bürolardan birinde veya GPU'da kullanılabileceği ihtimaliyle alaydan gönderildiğini bildirdi. Markow, siyah bir çapraz bandla kapattığı kör gözünün ardında derin bir sızı hissetti. Geriye doğru özenle taradığı siyah saçları, bir kurdu andıran keskin yüz hakları ve delici bakışıyla kuşkusuz etkileyici biriydi.

"Getir" dedi.

Yüzbaşı dışarı çıktı ve birazdan iki asker eşliğinde geri geldi. Önünde elleri kelepçeli sarışın bir adam vardı. Adam, bir sinema artisti olabilecek kadar yakışıklıydı. Orta boyludu. Saçları özenle traş edilmişti. Almanlarla birlikte savaşan Romen ordusunun yüzbaşı üniformasını taşıyordu. Hiçbir korku belirtisi göstermiyordu, kendinden emindi. Kızıl Ordu saflarında, hatta belki GPU için çalışmaya hazır olduğu anlaşılıyordu. Solcuydu. Onu kendinden emin yapan biraz da bu olmalıydı. Ama gizli servislerin birinci ilkesinin 'kimseye güvenmemek' olduğunu bilmez görünüyordu.

Sorgunun başından itibaren kendinden emin bir tutum sergileyen Romen, berrak sesiyle anlatıyor, her soruyu düşünmeden hemen yanıtlıyordu. Markow, Kızıl Ordu yüzbaşısı ve askerlere dışarı çıkmalarını emretti. bunu garipsemiş olsalar da dışarı çıktılar. Şimdi odada sadece Markow ve onun tam karşısında, alçak bir sandalyede oturan Romen vardı. Markow masasının üzerindeki kağıtları karıştırdı, birşey arıyor gibiydi. Eli olmayan sol kolunu, her zaman olduğu gibi masanın ardına gizlemişti göstermiyordu.

"Fransızcanız fena değil" dedi. "İtalyanca'nızın derecesini ölçecek kadar İtalyanca bilmediğimi itiraf etmeliyim."

Soylu bir aileden gelen Romen, bütün içtenliğiyle gülümsedi. Gaz lambasının titrek ışığına rağmen, Kırklı yaşların ortasındaki Markow'un karşısında oturan bu sağlam erkek modeli, onun yitirdiği her şeye sahipti. İyimser, gülümseyen güzel bir yüz, kusursuz bir erkek güzelliği, dürüstlük, temiz bir geçmiş, asil bir aile ve daha fazlası.

Markow, önündeki İngilizce kitabı gelişigüzel açtı ve ingilizce kısa bir paragraf okudu. Romen, Markow'un okuduğu cümleyi derhal Rusçaya, ardından Almancaya çevirdi.

Markow, önündeki forma bakarak, "En iyi bildiğiniz diller adı altında üç dil yazmışsınız buraya: Latince, Eski Yunanca ve Mısır Hiyeroglif dili."

Romen, "Arkeoloji eğitimi aldım efendim" dedi, "ölü dillere ilgim vardır. Onları atlamak istemedim."

Markow, ona özgü o irkiltici kahkahasını attı. Vahşi, hayvani bir tona sahip bu kahkaha, Romen'in kanını dondurdu. Oturduğu yerde toparlandı, gülen yüzü ciddileşti.

Markow gene kağıtları karıştırdı, birşeyler arıyordu. Sonra aradığını buldu. Elini kaldırdığında, soğuk siyah bir tabanca göründü elinde. "O dilleri ölülerle konuşursunuz artık" deyip sırıttı. Moskova savunmasında gösterdiği üstün başarıdan dolayı kendine hediye edilen 7.62'lik Tokarew TT-33'ü ardarda üç kez ateşledi. Kurşunlardan biri Romen'in gözüne, diğeri eline, sonuncusu da tam kalbine isabet etti. Romen'in güzel yüzündeki ifade donup kaldı. Heryer kan içinde kaldı. Hızla içeri giren askerler, yüzü ve göğsü kandan kızıla kesmiş Romen'in son nefesini vermesine şahit oldular. Yakışıklı subayın elini delip geçen kurşun, ahşap duvarda küçük bir delik açmıştı. Deliği kimse görmedi.

Markow'un silahından çıkan kurşunun açtığı delikten günün ilk ışıkları odaya dimdik girip yeri aydınlattığında, Markow raporunu yazmaktaydı.

"Romen ordusunun piyade yüzbaşı rütbesini taşıyan tercüman Tudor Usarescu'nun, GPU'ya sızmak çin görevlendirilmiş bir 'Gestapo' ajanı olduğu anlaşılmıştır. Sadece ölü dilleri çok iyi konuştuğu ve gizliliğe zarar verebileceği için bir esir olarak da olsa hiçbir Kızıl Ordu bürosunda çalıştırılamayacağına karar verilmiştir. Maskesinin düştüğünü anlayan ajan, son bir hainlik gösterisi yapmak istamiş, yoldaş Stalin'e, SBKP'ye, sevgili vatanımız Sovyetler Birliğine, işçi sınıfının şanlı mücadelesine hakaret etmiştir ve bunun üzerine her hain gibi vurularak öldürülmüştür. Saygılarımla arz ederim. Kalinin 4'üncü Ordusu 21'inci piyade tugayı GPU sekreteri binbaşı Georgi Ivanoviç Markow."

Markow, kurşun deliğinden yatay bir açıyla yere inen günışığı huzmesinin aydınlattığı parlak kırmızı bir leke gördü. Küçük bir kan lekesi. Yerleri temizleyen askerlerin gözünden kaçmış olmalıydı. Kör gözünün ardında, derinlerde, gene o tanıdık sızıyı hisseti. O kırmızı lekeyi ömrü boyunca taşıdı.

"Kısa tutmak, yeteneğin kardeşidir" Anton Çehov