19 Kasım 2008 Çarşamba

Halifax'ın haritadan silindiği gün


6 Aralık 1917. Kanada'nın Atlas Okyanusu'na açılan elli bin nüfuslu Halifax şehri ve limanında rutin bir sabah. Hava açık ve güneşli. Dok işçisi 'Mahmud the Turk', uzun bir gecenin tatlı mahmurluğundan uyanmış, sahilde. Denize bakan peykelerden birinin üzerine ilişmiş, sarı Suriye tütününden sardığı cigarasını tellendiriyor. Hava soğuk ve Mahmud böyle günlerde, Balkan Harbi'yle birlikte Bulgaristan'ın Deliorman bölgesinden İstanbul'a göçtükleri günleri hatırlıyor. Kağnılar. Karlı ovalar. Kesici soğuk ve savaş. Yaşadıkları, onun doğuştan isyancı, saldırgan yanını iyice biledi, o zamandan beri başı dertten kurtulmadı. Tek şansı, henüz hapse girmemiş olması.

Mahmud, muhacir bir ailenin çok sevilip şımartılmış en küçük deli oğlu. Ailesiyle İstanbul'a geldikten sonra yaptığı ilk iş, pala bıyıklı bir posta müvezzini pataklamak oldu. Nezarete atılmamak için de, ailesine veda edip Amerika'ya giden ilk gemiye atladı. Geminin Amerika'ya değil de Kanada'ya gittiğini ve bu iki ülke arasındaki farkı, gemiden indikten sonra öğrendi. Arkadaşlarının taktığı adıyla 'The Turk' yirmibeş yaşında, üç yıldır evli, severek evlendiği güzel bir karısı ve iki yaşında küçük bir oğlu var.

Mahmud, Cihan Savaşı patladığından beri hayatından hiç memnun değil. Almanlarla müttefik olmuş Türkiye'den haber alamıyor. O taraflardan bu tarafa deniz trafiği iyice seyreldiğinden, Halifax'a Türk gemisi gelmiyor. Mahmud'un diğer sorunu, rıhtımdaki birahanelerde yasaklı olması. 'The Turk'ün herzamanki deliliklerine ve şakalarına müsamaha gösterilmiyor.

Mahmud yenilgiye alışık biri değil. Çanakkale savaşından sonra Türklerin büyük zaferini anlatmaya kalkıp denizcilerle ağız dalaşına girince, daha önce hiç yemediği kadar temiz bir dayak yedi ve bunu henüz hazmedemedi. O zamandan beri karizma sorunları var, geceleri uyuyamıyor ve sarsılan özgüvenini tazelemek için bir yıldır şeytana uyup karısını aldatıyor. Ona kalsa bu sadece bir seks ilişkisi. Ama sevgilisi Nina yatakta öyle bir afet ki, Mahmud ona müptela. Bir türlü bitiremiyor bu ilişkiyi. Karısı Elisabeth, kızıl saçlı, çilli ve güler yüzlü bir kadın. İyi bir eş, iyi bir anne. Böyle güzel bir kadını Mahmud'un neden bir başkasıyla aldattığını, anlamak kolay değil. Mahmud'un asıl derdi kendisiyle.

Nina, arkadaşlarından birinin karısı. Onu Noel eğlencesi sırasında tanımış ve “bir seferden ne çıkar” diye yatmıştı. Şimdi, onunla yattığı her seferinde pişman oluyor, ardından tövbe ediyor. Evine gidince, henüz bebek olan oğlu Ali'nin yumuk yumuk ellerini, karısının yanaklarını öpüp içinden özür diliyor. Karısının olanları hissetmesinden korkuyor. Elisabeth, olanları hissediyor, kocasının kendini sevdiğini biliyor. Kadınlara özgü o anlaşılmaz sabırla kocasının bu macerasını sonlandırmasını bekliyor. Mahmud da, kızıl saçlı Eli'sini' seviyor, ama dönüp dolaşıp Nina'nın yatağında buluyor kendini. İşte gene öyle bir günün sabahı. O Elisabeth'in, Nina da kocasının Halifax'da olmamasını fırsat bildiler. Mahmud, bu ilişkiyi kimbilir kaçıncı kez bitirmek istediğinden söz etti. Nina'ya gene bunun “son kez” olduğunu söyledi. Ve ilk kez bütün gece birlikte olduğu Nina'nın kollarında uyandı. Gene üzgün, gene pişman.

İki saat kadar sonra Halifax'a inecek trende 'Kızıl Eli'si ve 'Topaç Ali'si olacaklardı. Liman'ın hemen yanındaki tren garına, onları karşılamaya gidecek, içinden gene defalarca özür dileyecekti. İçinden.

Halifax'dan ayrılan bazı gemilerin son birkaç aydır Avrupa'daki cephelere cephane taşıdığını ve o patlayıcı maddelerden yapılan kurşunların, top mermilerinin, Almanlara ve Türklere sıkıldığını biliyordu Mahmud. Alman denizaltılarını limandan uzak tutmak için liman girişine derinlere asılan çelik ağ, onun çalıştığı doklardan birinde yapılmıştı. O ağ sayesinde Halifax'lılar yeteklerında rahat uyuyorlardı.

Liman'a bakan bloklardan birinde oturan ve arka kapıdan Mahmud'u sık sık eve alan Ninanın kocası Thomas da bugün New York'tan geliyordu. Çalıştığı 'Mont Blanc' gemisi, birçok benzerleri gibi mühimmat ve patlayıcı madde taşıyordu. Thomas'ın sırıtarak anlattığına göre gemi, Büyük Britanya Kraliçesi'nin Kuzey Amerika'daki en önemli lojistik limanı Halifax'a uğradıktan sonra okyanusu aşarak Avrupa'ya gidecekti. Bu gemiler Alman denizaltıları tarafından sık sık batırıldığından, bu kez İngliz donanması onlara eşlik edecekti. Batırılan gemilerin taşıması gereken mühimmatı da taşıdığından, ağzına kadar cephane yüklüydü. Mahmut Thomas'a, "Amerikan silah fabrikalarının ürettiği silah ve mühimmat olmasa, İngilizler'in Almanlar ve Türklerle biraz zor savaşacağını" söylemişti, ama buralarda Mahmud'u ve böyle "The Turk" sözlerini dinleyecek kimse yoktu. Savaş rüzgarları dönüyor olmalıydı. Gazetelere bakılacak olursa Almanlar kaybediyordu ve bu da Mahmud'u ifrit ediyordu. Thomas'a, savaşa, kendine kızdıkça Nina'ya gidiyordu gizli gizli.

Halifax'dan her hafta otuz-kırk gemi kalktığı oluyordu be hemen hepsi de Doğuya, Avrupa'ya gidiyordu. Sahildeki kahveler birer ikişer açılmaya başladı. Mahmud, denize en yakın kahveye oturup bir kahve ısmarladı ve amaçsızca denizi seyretmeye başladı. Hem mutlu, hem pişman hem de huzursuzdu. İçinden yeniden yemin etti, karısından ve oğlundan özür diledi. “Bir daha asla o kadına gitmeyeceğim.” Bu sözü yüksek sesle asla söyleyememiş, karısından ve oğlundan asla yüksek sesle özür dileyememişti.

Dükkan soğuktu. Büyük kömür sobası yanıyordu, ama içeriyi ısıtması için biraz beklemek gerekiyordu. Başını omuzlarının arasına çekti. Sıcak kahve fincanını iyice kavrayıp ellerini ısıttı. Trenin gelmesine daha birbuçuk saat vardı. Sabah yedibuçuk sularında Mond Blanc gemisi limanın girişinde göründü. Okyanusu geçerken ona eşlik edecek savaş gemileriyle buluşmak için Halifax'a uğramıştı. Yoksa New York'tan buraya yol azıtmanın alemi yoktu. Mahmud o sırada, Mond Blanc'ın su yolunda karşı istikametten ona doğru gelen başka bir gemi gördü. Mesafe uzaktı, ama 'The Turk' iyi bir denizciydi, böyle durumları uzaktan da görse anlardı. Mahmud New York'a gemiyle sayısız kez gidip gelmişti. Güneyde Sao Paolo limanına kadar uzanmış, Karayiplere giden gemilerde de çalışmıştı. Aynı çizgide birbirine doğru ilerleyen gemileri, birbirlerine uzak olsalar da farkederdi.

Thomas, Mont Blanc'ın su yolundan hızla onlara doğru yaklaşan 'İmo' gemisine bakıp, “Bu geri zekalı neden kendi yolunda gitmiyor da bizim yolumuza giriyor” diye kızdı. Halbuki İmo, limanda yoluna çıkan başka bir gemiden kaçmak için dümen kırmıştı. Thomas, İmo'yu uyarmak için sesi heryerlerden duyulan keskin gemi düdüğünü çaldı. O düdükten sonra İmo'nun kendi yoluna dönmesi gerekiyordu. Ne olur ne olmaz... Aman bir çarpışma falan olmasın... Allah muhafaza. Gemide, 2300 ton patlayıcı asit, 200 ton TNT, on ton patlayıcı pamuğu, ve 35 ton benzol vardı.

Düdüğü duyan 130 metre uzunluğundaki İmo, sağa, kendi yoluna girmek yerine sola dümen kırdı. Mahmud, İmo'nun ters manevrasını görünce, kahvesini masanın üzerine bırakıp hemen dışarı çıktı. Bu garip durumu farkeden başka denizciler de sahilde pür dikkat, iki geminin birbirine doğru ilerlemesini izliyorlardı. Ardından Mont Blanc'dan iki kısa düdük sesi daha geldi. İmo'ya, “hemen sağa kır” diyordu. Thomas, İmo'nun son anda manevra yaparak yoluna gireceğini düşündü. Aksini düşünmek bile istemedi. Düdük sesini duymamış, koca Mont Blanc'ı görmemiş olamazdı. Gemiler birbirine yaklaşmaya devam etti. İki gemi arasındaki mesafe 50 metreye düştüğünde Thomas heyecanlı ama umutluydu. İmo gemisi son anda mutlaka bir manevra yapar ve kendi su yoluna geçerdi.

Mahmud, neredeyse tam önünde, kıyıdan ikiyüz küsür metre açıkta kafa kafaya birbirine yaklaşan gemileri nefesini tutarak seyretti. İmo, daha iri oluşuna güvenerek, Mond Blanc gemisinin manevra yapmasını ve kaçmasını beklemiş olmalıydı. Ama Mont Blanc kendi yolunda tam yol devam etti. Manevraya başlamakta geciken ve çarpışacaklarını anlayan İmo, bir anda geri motorlarını çalıştırarak yavaşlamaya, durmaya çalıştı. Ani reaksiyon nedeniyle gemi sola doğru kendi ekseninde döndü ve burnu Mont Blanc'ın sol ön tarafına saplandı. Thomas, son ana kadar olacağına inanmadığı çarpışmanın etkisiyle güvertede hızla yere yuvarlandı. Birbirine giren metallerin çıkardığı acaip ses, limanda ve Thomas'ın kulaklarında yankılandı. Ayağa kalktığında düşündüğü tek şey, derhal gemiyi terketmekti. Ama bunu yapmadı.

Mahmut, şimdi bir ana baba gününe dönmüş rıhtımda kımıldamadan duruyordu. Çarpışma sesi hala kulaklarındaydı. Birkaç dakika geçmeden Mont Blanc'dan koyu-kara dumanlar tütmete başladı. Mahmut ürperdi ve içinden “Benzol dumanı” dedi. Başındaki kasketi çıkardı, kaşkolünü gevşetti. Sahile toplanmış olan yüzlerce insana baktı. Yanında duran iri kıyım yaşlı adama, özür dileyen bir ifadeyle, “Gemi patlayıcı madde yüklü” dedi. Adam gülümsemekle yetindi. Sahildeki insanların panayır atmosferinden ve çıkardıkları gürültüden birşey duymadığı, ya da duyduğunu ciddiye almadığı belliydi. Mahmud, “Allahım çabuk söndürsünler...” diye fısıldadı kendi kendine. İnsanlar akın akın limana, yanan gemiyi seyretmeye geliyorlardı. Limana ve denize bakan evlerin camları insanlarla dolmuştu.

Thomas, geminin ön ambarına açılan kapaklardan birini açtığında gözlerine inanamadı. Ambar tam bir alev deryasına, cehenneme dönmüştü. “Daha ne kadar dayanabilir” diye düşündü. Derhal kaptan köşküne çıktı. Gemicilere oradan emirler yağdıran kaptanı yakasından tuttuğu gibi duvara yasladı ve adamın yüzüne doğru bağırdı: “Batır gemiyi!.. Çabuk batır gemiyi. Batır ve şehri kurtar!” Kaptan Le Médec, gemiyi kurtarabileceğine hâlâ inanıyor olmalıydı. Aptal aptal Thomas'a baktı. “Söndürmeliyiz” dedi. “Gemiyi batırmak uzun sürer.”

“Elisabeth!”

Karısının ismi, Mahmud'un beyninde çınladı. Kalabalığı yararak hızla istasyona doğru yürümeye başladı. İç sesi, “gemi infilak ederse şehir diye bir şey kalmaz” diyor o da bu sesi bastırmaya uğraşıyordu. Trenin gelmesine daha vakit vardı. Ama içgüdüleri onu istasyona doğru itti. Gemi infilak ederse sadece şehir değil, istasyon da yok olurdu. İnsanlara çarpa çarpa yürüdü. Neden yürüdüğünü, istasyona yaklaştığında anladı. “O tren, bu şehre gelmemeli. Treni durdurmalıyım!” diye düşündü.

Thomas, gökte kapkara bir bulut oluşturan alevlerin hemen kenarından balıklama denize atladı. Hızla sahile doğru yüzdü. Sahile vardığında nefes nefeseydi. Avazı çıktığı kadar bağırdı. “Gidin buradan! Saklanın! Yanan gemi patlayıcı madde dolu.” kalabalık biraz kıpırdandı, aralarından bazıları kopup şehre doğru yollandılar. Ama seyirci sayısında fazla bir eksilme olmadı. Thomas, titreye titreye sahildeki evine, Nina'ya koştu.

Mahmud istasyona geldiğinde, treni bekteyen çok sayıda insan gördü. Hepsi de bir an önce şehri terketmek istiyen Halifaxlılardı. Trenin gelmesini bekliyorlardı. Demek tehlikenin farkında olanlar da vardı. Hemen telgrafhaneye daldı. Küçücük telgraf odası boştu. Dışarıya çıktı. Memur, treni bekleyen endişeli yolcularla konuşmaktaydı. nefes nefese konuşmaya çalışan Mahmud'u anlamakta güçlük çekti. Panik içindeki Mahmud'un İngilizcesi iyice bozulmuştu. Kendini ifade etmekte zorlandı. “Treni durdurun” demeye çalışıyordu. Mahmud'u neden sonra anlayan memur, “yok” anlamında başını salladı. Rahatını bozmaya pek niyetli görünmüyordu. Treni bekleyen yolculardan bazıları da Mahmud'a dik dik baktılar. Hepsi, Halifax'ı 9 treniyle terketmek istiyorlardı. Mahmud, kimseyi dinleyecek durumda değildi. Kendini toparladı, dişlerini sıktı ve kısa boylu memuru, doklarda kaldırdığı uzun çelik levhalardan biri gibi sımsıkı tutarak telgrafhaneye sürükledi. Adam fena halde korkmuştu. “Bak” dedi. “O trende karım ve oğlum var. Birazdan bu şehir haritadan silinecek. O treni derhal durdurmanı istiyorum. Şimdi, hemen!” Memur, bu atletik yapılı esmer adamın garip aksanından ve sıkılı yumruklarından çekinerek "Tabii bayım tabii" diyerek kendini kurtardı. Hemen telgrafın başına oturdu.

Mahmud, adamın başında, telgraf tıkırtılarını dinledi. Memur, “İşte oldu” diye arkasına yaslandığında rahatlamış, panik halinden kurtulmuştu. Masanın yanındaki boş sandalye çöktü. Memur, The Turk'ten ikinci bir emir bekliyordu. Mahmud ona "gidebilirsiniz" falan demedi.

“Bir telgraf daha çekmenizi istiyorum."

Bu kez çok kibardı. “Aynı adrese, trendeki yolculardan birine ulaştırılmak üzere, Elisabeth Mahmud adına...” dedi. Memur, eli telgraf vericisinde Mahmud'un sözlerini bekledi. “Sevgili Eli. Seni seviyorum, her zaman sevdim. Bunu hiç unutmamanı istiyorum. Sana yaptığım haksızlıklar için lütfen beni affet. Oğlumuza iyi bak. Hakkını helal et.” Telgraf tıkırtıları kesildiğinde Mahmut, "Bir daha asla" diye mırıldandı. Dışarıya çıktı. Bekleme salonunun peykelerinden birine oturdu ve itinayla ince bir sigara sardı.

Saat 9'u 4 geçe, kulakların duyamayıp hemen sağır olduğu, bedenleri savuran büyük bir patlama oldu. Patlama sırasında sahilde gemileri seyredenler yanarak öldüler. Mont Blanc'tan yaklaşık 200 metre uzakta demirleyen beş bin tonluk İmo gemisi, iki mil öteye uçtu ve karaya oturdu. Mont Blanc, beşbin derecelik patlama ısısıyla büyük ölçüde buharlaştı. Patlamayla göğe doğru üçyüz metre fırlayan kızgın çelik parçaları şehre yağmur gibi yağdı. Geminin beşyüz kiloluk çapasının yarısı, iki mil uzakta bulundu. Koca gemiden elle tutulur, geminin neresi olduğu anlaşılan sadece iki parça bulundu. Patlama öyle şiddetliydi ki, şehrin sahil şeridi ve sahilden geriye doğru uzanan mahalleleri, karşı kıyı tamamen veya tanınmayacak-oturulamayacak şekilde yıkıldı. 25 kilometre çaplı bir alanda hasarsız tek bir bina bile yoktu. Okullar, evler, fabrikalar ve tabii tren istasyonu yokoldu. Patlamanın şiddetinden sayısız ceset ve ceset parçaları ağaçlara, telgraf tellerine takıldı ve kilometrelerce uzaklara savruldu. Şehirde yaşayan ve hayatta kalanların çoğu bir süre ne yapacağını bilemeden, şok halinde dolaşıp durdular. Çoğu, Almanların saldırdığını sanmıştı. İlk yardımı, dışarıdan gelenler yaptı.

Halifax'da beklenen trenin saat dokuzda istasyonda olması bekleniyordu ama tren gelmedi. Telgraf işe yaramış, tren durdurulmuştu. Yolculardan hiçbirine bir şey olmadı. Hepsi patlamayı duydu. Duymamak imkansızdı. En yakındaki sismograf, o zamana dek ülkenin bildiği en şiddetli depremi kaydetti.

(Not: Mahmud, Elisabeth, Thomas ve Nina dışında bütün kişi ve olaylar gerçektir. Mont Blanc'ın kaptanı ve mürettebatın bir kısmı, gemiyi zamanında terkederek patlamadan kurtulmayı başardılar. Halifax'a gelmesi beklenen tren de telgraf çekilerek durduruldu, terndeki yolcular mutlak bir ölümden kurtarıldı. Telgraf çekerek yüzlerce insanın hayatını kurtaran telgraf memuru ve yanındakiler, patlama sonucu hayatlarını kaybettiler)

"Kısa tutmak, yeteneğin kardeşidir" Anton Çehov