29 Aralık 2008 Pazartesi

Cazibe hanımın sahiciliği ve parti savuşturan


Kadınsınız. Hatır-gönül üzerine bir partiye katılmak zorunda kaldınız... Göze batmamak, partiyi savuşturmak için durmanız gereken en uygun köşe hangisidir? Elbette hiçbirisidir. Eğer bayrak gibi kırmızı dekolte bir elbise giyip saçlarınızı platin sarısına boyadıysanız, tuvalete bile saklansanız bütün dikkatleri üzerinize çekersiniz. Dikkat çekmemek ve milletin ilgisini kendinizden uzak tutmak istiyorsanız, herkesin giydiği türden -ama soluk renkli grimtrak birşeyler giyer, makyaj yapmaz ve fazla da gülümsemezsiniz olur biter... Öyle mi?!

Bazıları, nerede durursa dursunlar, ne giyerlerse giysinler mutlaka farkedilirler. Eğer böyle biriyseniz, zaten tanınıyorsunuzdur ve bu durumda ilgiden kaçış yoktur. Yeni moda olduğu üzere buna “karizma” deniyor. Hayır, biz buna “cazibe” diyelim. Karizma, erkeksi bir tınıya sahip. Cazibe kadınsı, dişi bir söz.

Cazibeli biri bir partide ortada salınıyorsa, etrafında üç farklı türden “ilgili” insan türü dolaşıyordur. Bunlardan en iğrenç olanı, çıkar ve iş peşinde koşanlardır. Cazibeli kadının bir sinema oyuncusu olduğunu varsayalım ve mesela “Issız Adam” gibi bir filmde başrol oynamış olsun. Etrafındaki ilgililerin en itici olanları, bir şekilde ondan çıkar umanlar veya cazibe hanımın etrafında görünerek başkalarına hava atmayı düşünenlerdir. Bu tipler her yerde vardır ve inanılmaz derecede arsızdırlar. (Atsineği familyasından oldukları söylenir) İkinciler, cazibe hanımın sahiden tanıdıkları ve onu sahiden seven insanlardan oluşur. Bu kategoride olmak, böyle zamanlarda hiç de rahat bir durum arzetmez. Cazibe hanıma mutlaka güzel birşeyler söylemek, hiç olmazsa durmadan gülümsemeleri falan gerekir -onlardan da bu beklenir. İyi hoş da, bu abartılır genellikle. Mutlaka yanına gitmeler, “Ah canıım, çok güzelsin genee!” demeler, sarılıp öpmeler ve saire... Onunla en azından biriki laf etmeleri zaten şarttır. Böyle zamanlarda böyle cazibeli kişilere takılıp kalmak genellikle pek hoş karşılanmadığından (öyle ya, herkes biraz konuşmak falan ister cazibe hanımla. Her konuşan yanında kalırsa, az sonra koca bir insan öbeği oluşur ki görgüsüzlük sayılır!) konuşmalar kısa tutulur ve kimle konuşacağına zaten sonunda cazibe hanım karar verir -ha bu arada “sıra bana da gelsin” soğuk savaşları bile çıkabilir partide.

Cazibe hanıma ilgi gösterenler arasında en ilginç olanlar, ilgilerini gizlemeye çalışanlardır. Onları gözlemlemek, partinin en güzel, en eğlenceli, en enteresan tarafı olabilir. Gizli ilgililer, bu ilgilerini gizlerler, zira gerçekten çok etkilenmişlerdir. Onunla konuşurken kontrollarını kaybetmekten ve heyecanlarını belli etmekten korkarlar. Böyle bir kadına zayıf görünmek... İşte bunu hiçbir erkek istemez. Bunların arasında, “ben kimim de onunla konuşacağım, yüzüme bile bakmaz” diye düşünenler de vardır elbette, ama biz onları saymıyoruz. Onlar, daha başta kendi komplekslerinin kurbanı olmuşlardır ve muhteşem bir kadınla tanışma şansından, daha o cazibeyi gördükleri an vazgeçip kendi tanıdık-bildik vasatlıklarında güven içinde yüzmeyi kabullenmişlerdir.


Cazibe hanım, filminde canlandırdığı tiplemeye benzememektedir. Normal hayatında, parti-marti takmayan, gittimi de parti köşe kenarlarına saklanmayı tercih eden biri olduğu anlaşılmaktadır. Sıradan dar bir kot pant
olon. marka spor ayakkabılar, v-yakalı bol bir kazak giymiştir. (Buna rağmen iri ve biçimli göğüslerini gizlemeyi başaramamıştır) Soluk renkler. Tabii saçları farklıdır. Onlardan taviz vermemiştir. Saçları özenle taralı ve fönlüdür. İlgi odağı olmak istemediği, herkesle eşit konumda, aynı göz hizasında birarada olmak istediği bellidir. Kalabalıkta iyice kaybolup gitmek istemediği de anlaşılmaktadır (bu zaten mümkün değil). Şu görünmeyen cinsinden hafif makyaj yapmayı tercih etmiştir -hani yüzü canlı ve taze gösteren ama renk taşımayan makyaj... Gülümseyince kocaman gözlerinin içi gülen, bir muhteşem dişi. Tam bir kadın. Güzelliğin özgün bir türevi.

Böyle cazibeli birine, sıradan biriymiş gibi davranmak zordur. Bütün duygularınızı ve heyecanınızı yan odada bırakıp, bir doktorun hastasına yaklaşırken takındığı “bilimsel” soğuklukla yaklaşmak -ki gizli ilgililer genellikle bu yolu tercih ederler- güzelliğe/dişiliğe saygısızlıktır. Toplumsal zart-zurtlar, bilmemne kuralları, böyle partilerdeki hal ve gidiş numaraları, cazibe karşısında önce bi' “t
arafsız” buz kesmeyi gerektirir -be cool!. O buz tavırlardan yola çıkarak yakınlık kurmaya çalışılır genellikle. Yani sahici duygularınızı vestiyere bırakıp çıkarken alacaksınız! Ama Hayır! Bir alternatif daha vardır. Orada en dürüst ve en sahici halinizi takınarak, cazibeden nasıl etkilendiğinizi gösterirsiniz, hatta cazibe hanıma bunu söylersiniz. Ne söylediğiniz hiç önemli değildir. Sıradan bir geveleme bile olabilir. Cazibe hanım sahici biriyse ve sahiciliğini vestiyere bırakmadıysa, sizi mutlaka anlar. Ve sahici olanlar, bu sahiciliğin, içtenliğin değerini bilir. Onca insanın arasından, hiç tanımadığı sizi görür ve bir an, etrafında dönen o ilgili-bilgili yumağından tamamen sıyrılıp, diğerlerinin varlığını unutarak size baktığını hissedersiniz. Gülümser. O bir an, sonsuza kadar uzayabilecek bir andır. Onunla daha sonra geliştireceğiniz sohbetler, o anın ışığında süreceğinden pek önemli değildir artık. Çünkü hiçbir şey o bir anın yoğunluğuna sahip olamaz. Güzellik denen şeyin tıpkı baharda açan hanımeli veya karlar arasından gülümseyen kardelen gibi, önemli ölçüde cinsiyetle ilgili bir şey olduğunu da yeniden anlarsınız bu arada.

Sahici olanlar belki duygu, algı ve gönül anlamında yoğun bir hayat sürerler ama bu, sahiciliğin kusur sayıldığı bir dünyada, sanıldığından çok daha tehlikeli ve zor bir hayattır. O tehlikenin bilincinde olup, buna rağmen sahici olmak elbette harika birşey... Ama bu, ustura gibi keskin bir kılıçla birlikte yaşamaya benzer. Japon kılıcı kınındayken, kılıcın keskin yüzünün kına yakın yerinde kın, bir kağıt inceliğindedir. Yani kılıcı çekerken heyecanlanıp kendine hakim olamayan, veya nefsiyle sorunlu olan, çekme usulünü bilmeyen kişi, kılıcı çekerken kılıç kınını yarıp çıkar ve heyecanlı olanların bir-iki parmağını uçurur. Bu, dandik adamların kılıca el sürmemeleri için düşünülmüş bir önlemdir! Kınındaki bir kılıcı tutmak bile bir özterbiye, yoğunluk ve dikkat gerektirir. Sahicilik de böyledir.

Sahicilik partilerde sık görünmez! Vestiyere bırakılmadıysa, genellikle gözlerden uzak köşelere saklanır. Ama cazibe merkezi de sahiciyse, saklanması imkansızdır.

4 Aralık 2008 Perşembe

Ziyan Olmasın!


Kriz zamanı harcamalarınıza dikkat edin. Hiçbir şeyi ziyan etmemeye azami dikkat gösterin... Kendinizi de ziyan etmeyin... Aşkınızı da?!..

Kadınlar sır küpüdür. Erkekler gibi boşboğazlık edip gönül ve yatak maceralarını uluorta anlatmazlar -en azından erkeklerin yanında yapmazlar bunu. Meraklı biriyseniz, bunun bir yolunu yordamını bulursunuz. Tabii o yol yordam, kişiye göre değişir. Mesela onları kızdırabilir ve sizi yatağa atamayacakları bir noktada provoke edebilirsiniz. Yatak ihtimali varsa, asla böyle şeyleri öğrenemezsiniz, çünkü anlatmazla. Ama o sınırda kalıp o ihtimali tamamen silmeden bazı operasyonlara girişmek... Bu, iyi tanıdığınız insanlarla olur. Dikkat! Çatışmayı ateşten önceki köz halinde tutmazsanız, tokadı yiyebilirsiniz. O halde provokasyonu kıvamında tutmak gerek...

İşte böyle bir danışıklı ağız dövüşünde ortaya saçılacak hikayeleri ziyan etmemek için iktisatlı konuşup hakaretleri, sataşmaları sineye çekmek, işin baş kuralı. Gurur katsayısı yüksek erkek tatlısu mayınlarına, böyle oyunlardan uzak durmaları önerilir. 'Anlatan Kadınlar', böyle durumlarda dinlemeyi bilmeyen adamları, mesela -aslında hakaret olmayan- hakaretlerine kabalıkla karşılık veren adamı dövülmüşten beter edebilirler... Mesela bu meyanda Chizuko'ya çatarsanız iki hareketiyle kendinizi birden yerde bulabilirsiniz -Peşinen söylemiş olalım.

Ama sözünü edeceğimiz kişi Asyalı değil, Avrupalı bir kadın. Claudia (bu takma adı), uzun boylu kumral, tüm kıvrımlarıyla, duygu-düşünceleriyle, ince parmaklarıyla harika biri. Sanat eserleri tüccarı ve sanatçı manegeri. Güzelliklerden ve insandan iyi anlar. Sürekli pantolon giymesine rağmen, çok düzgün bacaklara sahip. (Bunu anlamak için sanatçı olmak gerekmiyor) Kısa saçları he zaman dağınık ve bu ona çekicilik katsayısı yüksek bir serserilik payesi verir. Oturunca erkekler gibi bacak bacak üstüne atar ve gene o dar deri pantolonunu giydiyse, kışkırtıcılığı üzerindedir. Pantolonunun sıkıca sardığı bedeni, her erkeğin bakışlarını üzerine yapıştırabilecek kadar “orijinal”dir. Düzgün yüz hatları, iri mavi gözleri vardır ve o hınzır gülümsemesiyle (ağzının yarısıyla güler) tavlayamayacağı adam yoktur. Tavlar da...

Onunla oynadığımız oyun, bir tür dertleşme oyunu -ama ona özgü o asalet bayrağını yere düşürmeden, kapışarak dertleşmek!.. Olay bir ağız dalaşıyla, tartışmayla falan başlar. O başlatır. Yarı ciddi yarı şaka bir ortamda karşılıklı salvolarla sürer. O gün çatışmayı ben başlattım, durgun halinin nedenini merak etmiştim -merak işte! Kızgınlık anında bana inceden giydirerek anlattığı kadarıyla, bu yıl bir gazeteciyle hızlı bir yaz geçirmiş. Adam müthiş cimri biriymiş. Evindeki Kaniş cinsi köpeğine mama almıyormuş mesela, yemek artıklarını veriyormuş hayvana. Claudia, adamın evinde sağı-solu karıştırırken bir de köpek kamçısı bulmuş, hani şu eski zaman züppelerinin çizmelerine vurarak şaklattıkları, at binenlerin kullandığı cinsten kısa kamçılarından. Onun dilinde bu dalganın adı 'köpek kamçısı'. “Bu da ne böyle” diye kızmış buna. Aklından abuk-sabuk düşünceler geçmiş. Sevişirken kadın döven tiplerden biri olup olmadığını merak etmiş ve bir gece sevişmenin tam en cıvcıvlı yerinde yastığının altından çıkarıp sırtında şaklatmış kamçıyı. Adamın o yollarda bezi yokmuş meğer, kamçı hakkında Bir şey anlatmamış, bir iki ucuz yalan atmış. Sonra bir güzel kavga etmişler. Claudia böyle kavgaların ustasıdır. Kıvamında bitirmesini, sonra barışma ayağıyla ilişkileri tazelemesini falan iyi bilir. O kamçıya takmış.

Claudia, ayrılmak pahasına, gazetecinin ağzından teker teker almış lafları, kamçının evde ne aradığını öğrenmiş sonunda...

Gazeteci, bir önceki sevgilisi tarafından fena halde boynuzlanmış. Kadına haddini bildirmek için üşenmemiş, Londra'daki bir aksesuar dükkanından o kamçıyı almış. Kadını iş arkadaşıyla yakalayıp bir temiz dövmüş. Kamçı oradan... Adam sevişirken kamçıyı yiyince, hak yerini bulmuş olmuş -Claudia öyle deyince konu anlaşıldı.

Bildiğim Claudia nezdinde, böyle durumlarda bir kamçı darbesiyle hak yerini bulabilemez!.. Claudia'nın gözünde bu kadar hafif bir cezayla kurtulabilen birine... Claudia az buçuk yanmış olmalı... (Yoksa bahse girerim, adamı fena harcar, olmadı pata-küte girişirdi) Bu ihtimali sezdirince, önündeki kadehi eliyle itip kendinden uzaklaştırdı, sigarasını söndürdü ve bana “Lan sen de şimdi...” diye başlayan karışık bir cümle kurdu. Hani şu, öfke savuşturan cümlelerden, içeriği önemsiz, hatta belirsiz olanlardan...

Claudia adamı hemen terketmemiş. Hmm... Kamçı hikayesini çözene kadar... Adam sonunda şakayla karışık (bir marifetmiş gibi) doğruyu söylemiş. Eve neden köpek aldığını falan anlatmış. -Kel alaka?- Adam cümlesini tamamladığı an, Claudia gene böyle sigarasını söndürmüş ve adamın suratına bile bakmadan, bir “Adieu” bile demeden onu oracıkta terketmiş.

Adamın lafı aynen şuymuş: “Dayak olayının ardından o kadınla ayrıldık. Geriye de o kamçı kaldı. Ben de ne yaptım biliyor musun? Kamçı ziyan olmasın diye bir köpek aldım.”

Adamın bunları sırıtarak nasıl anlattığını gözümde canlandırabiliyordum. Hayretten çenemin yerlere düştüğü "E pes!" vaziyetlerindeydim!.. Peki Claudia adamı neden benzetmemiş?.. Aklıma gelen ilk soru buydu.

Sessizlik...

Evet!... Demek ki!..

Sigarasını söndürünce oynadığımız ağız dalaşı sona erdi. Üzgündü... (kızgın değildi!..) İlk çatışmamız olmadığından, atmosferi şenlendirip gönlünü almak zor olmaz diye düşündüm, ama bu kez farklıydı. Bunu derhal sezinleyemediğim için kendime kızdım. Biz bahaneler uydurarak sırlarımızı birbirimize anlatırdık böyle... Kadınla erkeğin cinsel gerilimini arkadaşlığa kurban etmemek için, işi kadın-erkek kavgasına dökmek hoşumuza giderdi. Arkadaşlık sınırlarında gezinen o elektriklenmeyi cazırdatmadan kıvamında tutmayı severdik. Ama aşık olduğunu anlayamamıştım -hem de berbat bir herife. (İşin daha berbat yanı, o gazeteciyi tanıyordum -da bu kadar cins biri olduğunu bilmiyordum) Adamı bulup Claudia ile barışmaya ikna etmek gibi bir iyilik yapabilecek durumda olmama rağmen, yaptığı sopalık iş için parmağımı bile kımıldatmak istemezdim. Kısacası... Bu tip jestlere kapalı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu, boğazım sıkılırcasına anladım. Halbuki Claudia'nın aşık olduğu bir kişi çiçek alıp onun kapısında ağaç olsa, kesinlikle umut vardır... Öyledir... Ama anlattığı cins bir adam, Claudia'nın kapısında köpek olsa Claudia onu affetmez... Bilirim... Aşık olsa da affetmez.

Claudia aşk acısını belli etmeden çekmiş... Belli etmeden mi?!.. Bana...

Claudia başını kaldırdığında gözleri dolu doluydu. Saklamak istememişti. Bir yıl sonra artık gizlenemeyen gözyaşları...

Çözüldüğüm an.

Yav!... Çok özür dilerim... çok!.. özür dilerim... İşin ölçüsünü kaçırdım işte... Bu oyunda bu ihtimal hep vardır, ama asla o noktaya gelmemiştik. Benim eşekliğim... Söz veriyorum, sana en derin aşk yaralarımdan birini sezdireceğim ve erkekliği-merkekliği takmadan zarıl zarıl ağlayacağım yanında. O halimle kafa bulursan, kesinlikle kızmayacağım... Evet kızmayacağım...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Halifax'ın haritadan silindiği gün


6 Aralık 1917. Kanada'nın Atlas Okyanusu'na açılan elli bin nüfuslu Halifax şehri ve limanında rutin bir sabah. Hava açık ve güneşli. Dok işçisi 'Mahmud the Turk', uzun bir gecenin tatlı mahmurluğundan uyanmış, sahilde. Denize bakan peykelerden birinin üzerine ilişmiş, sarı Suriye tütününden sardığı cigarasını tellendiriyor. Hava soğuk ve Mahmud böyle günlerde, Balkan Harbi'yle birlikte Bulgaristan'ın Deliorman bölgesinden İstanbul'a göçtükleri günleri hatırlıyor. Kağnılar. Karlı ovalar. Kesici soğuk ve savaş. Yaşadıkları, onun doğuştan isyancı, saldırgan yanını iyice biledi, o zamandan beri başı dertten kurtulmadı. Tek şansı, henüz hapse girmemiş olması.

Mahmud, muhacir bir ailenin çok sevilip şımartılmış en küçük deli oğlu. Ailesiyle İstanbul'a geldikten sonra yaptığı ilk iş, pala bıyıklı bir posta müvezzini pataklamak oldu. Nezarete atılmamak için de, ailesine veda edip Amerika'ya giden ilk gemiye atladı. Geminin Amerika'ya değil de Kanada'ya gittiğini ve bu iki ülke arasındaki farkı, gemiden indikten sonra öğrendi. Arkadaşlarının taktığı adıyla 'The Turk' yirmibeş yaşında, üç yıldır evli, severek evlendiği güzel bir karısı ve iki yaşında küçük bir oğlu var.

Mahmud, Cihan Savaşı patladığından beri hayatından hiç memnun değil. Almanlarla müttefik olmuş Türkiye'den haber alamıyor. O taraflardan bu tarafa deniz trafiği iyice seyreldiğinden, Halifax'a Türk gemisi gelmiyor. Mahmud'un diğer sorunu, rıhtımdaki birahanelerde yasaklı olması. 'The Turk'ün herzamanki deliliklerine ve şakalarına müsamaha gösterilmiyor.

Mahmud yenilgiye alışık biri değil. Çanakkale savaşından sonra Türklerin büyük zaferini anlatmaya kalkıp denizcilerle ağız dalaşına girince, daha önce hiç yemediği kadar temiz bir dayak yedi ve bunu henüz hazmedemedi. O zamandan beri karizma sorunları var, geceleri uyuyamıyor ve sarsılan özgüvenini tazelemek için bir yıldır şeytana uyup karısını aldatıyor. Ona kalsa bu sadece bir seks ilişkisi. Ama sevgilisi Nina yatakta öyle bir afet ki, Mahmud ona müptela. Bir türlü bitiremiyor bu ilişkiyi. Karısı Elisabeth, kızıl saçlı, çilli ve güler yüzlü bir kadın. İyi bir eş, iyi bir anne. Böyle güzel bir kadını Mahmud'un neden bir başkasıyla aldattığını, anlamak kolay değil. Mahmud'un asıl derdi kendisiyle.

Nina, arkadaşlarından birinin karısı. Onu Noel eğlencesi sırasında tanımış ve “bir seferden ne çıkar” diye yatmıştı. Şimdi, onunla yattığı her seferinde pişman oluyor, ardından tövbe ediyor. Evine gidince, henüz bebek olan oğlu Ali'nin yumuk yumuk ellerini, karısının yanaklarını öpüp içinden özür diliyor. Karısının olanları hissetmesinden korkuyor. Elisabeth, olanları hissediyor, kocasının kendini sevdiğini biliyor. Kadınlara özgü o anlaşılmaz sabırla kocasının bu macerasını sonlandırmasını bekliyor. Mahmud da, kızıl saçlı Eli'sini' seviyor, ama dönüp dolaşıp Nina'nın yatağında buluyor kendini. İşte gene öyle bir günün sabahı. O Elisabeth'in, Nina da kocasının Halifax'da olmamasını fırsat bildiler. Mahmud, bu ilişkiyi kimbilir kaçıncı kez bitirmek istediğinden söz etti. Nina'ya gene bunun “son kez” olduğunu söyledi. Ve ilk kez bütün gece birlikte olduğu Nina'nın kollarında uyandı. Gene üzgün, gene pişman.

İki saat kadar sonra Halifax'a inecek trende 'Kızıl Eli'si ve 'Topaç Ali'si olacaklardı. Liman'ın hemen yanındaki tren garına, onları karşılamaya gidecek, içinden gene defalarca özür dileyecekti. İçinden.

Halifax'dan ayrılan bazı gemilerin son birkaç aydır Avrupa'daki cephelere cephane taşıdığını ve o patlayıcı maddelerden yapılan kurşunların, top mermilerinin, Almanlara ve Türklere sıkıldığını biliyordu Mahmud. Alman denizaltılarını limandan uzak tutmak için liman girişine derinlere asılan çelik ağ, onun çalıştığı doklardan birinde yapılmıştı. O ağ sayesinde Halifax'lılar yeteklerında rahat uyuyorlardı.

Liman'a bakan bloklardan birinde oturan ve arka kapıdan Mahmud'u sık sık eve alan Ninanın kocası Thomas da bugün New York'tan geliyordu. Çalıştığı 'Mont Blanc' gemisi, birçok benzerleri gibi mühimmat ve patlayıcı madde taşıyordu. Thomas'ın sırıtarak anlattığına göre gemi, Büyük Britanya Kraliçesi'nin Kuzey Amerika'daki en önemli lojistik limanı Halifax'a uğradıktan sonra okyanusu aşarak Avrupa'ya gidecekti. Bu gemiler Alman denizaltıları tarafından sık sık batırıldığından, bu kez İngliz donanması onlara eşlik edecekti. Batırılan gemilerin taşıması gereken mühimmatı da taşıdığından, ağzına kadar cephane yüklüydü. Mahmut Thomas'a, "Amerikan silah fabrikalarının ürettiği silah ve mühimmat olmasa, İngilizler'in Almanlar ve Türklerle biraz zor savaşacağını" söylemişti, ama buralarda Mahmud'u ve böyle "The Turk" sözlerini dinleyecek kimse yoktu. Savaş rüzgarları dönüyor olmalıydı. Gazetelere bakılacak olursa Almanlar kaybediyordu ve bu da Mahmud'u ifrit ediyordu. Thomas'a, savaşa, kendine kızdıkça Nina'ya gidiyordu gizli gizli.

Halifax'dan her hafta otuz-kırk gemi kalktığı oluyordu be hemen hepsi de Doğuya, Avrupa'ya gidiyordu. Sahildeki kahveler birer ikişer açılmaya başladı. Mahmud, denize en yakın kahveye oturup bir kahve ısmarladı ve amaçsızca denizi seyretmeye başladı. Hem mutlu, hem pişman hem de huzursuzdu. İçinden yeniden yemin etti, karısından ve oğlundan özür diledi. “Bir daha asla o kadına gitmeyeceğim.” Bu sözü yüksek sesle asla söyleyememiş, karısından ve oğlundan asla yüksek sesle özür dileyememişti.

Dükkan soğuktu. Büyük kömür sobası yanıyordu, ama içeriyi ısıtması için biraz beklemek gerekiyordu. Başını omuzlarının arasına çekti. Sıcak kahve fincanını iyice kavrayıp ellerini ısıttı. Trenin gelmesine daha birbuçuk saat vardı. Sabah yedibuçuk sularında Mond Blanc gemisi limanın girişinde göründü. Okyanusu geçerken ona eşlik edecek savaş gemileriyle buluşmak için Halifax'a uğramıştı. Yoksa New York'tan buraya yol azıtmanın alemi yoktu. Mahmud o sırada, Mond Blanc'ın su yolunda karşı istikametten ona doğru gelen başka bir gemi gördü. Mesafe uzaktı, ama 'The Turk' iyi bir denizciydi, böyle durumları uzaktan da görse anlardı. Mahmud New York'a gemiyle sayısız kez gidip gelmişti. Güneyde Sao Paolo limanına kadar uzanmış, Karayiplere giden gemilerde de çalışmıştı. Aynı çizgide birbirine doğru ilerleyen gemileri, birbirlerine uzak olsalar da farkederdi.

Thomas, Mont Blanc'ın su yolundan hızla onlara doğru yaklaşan 'İmo' gemisine bakıp, “Bu geri zekalı neden kendi yolunda gitmiyor da bizim yolumuza giriyor” diye kızdı. Halbuki İmo, limanda yoluna çıkan başka bir gemiden kaçmak için dümen kırmıştı. Thomas, İmo'yu uyarmak için sesi heryerlerden duyulan keskin gemi düdüğünü çaldı. O düdükten sonra İmo'nun kendi yoluna dönmesi gerekiyordu. Ne olur ne olmaz... Aman bir çarpışma falan olmasın... Allah muhafaza. Gemide, 2300 ton patlayıcı asit, 200 ton TNT, on ton patlayıcı pamuğu, ve 35 ton benzol vardı.

Düdüğü duyan 130 metre uzunluğundaki İmo, sağa, kendi yoluna girmek yerine sola dümen kırdı. Mahmud, İmo'nun ters manevrasını görünce, kahvesini masanın üzerine bırakıp hemen dışarı çıktı. Bu garip durumu farkeden başka denizciler de sahilde pür dikkat, iki geminin birbirine doğru ilerlemesini izliyorlardı. Ardından Mont Blanc'dan iki kısa düdük sesi daha geldi. İmo'ya, “hemen sağa kır” diyordu. Thomas, İmo'nun son anda manevra yaparak yoluna gireceğini düşündü. Aksini düşünmek bile istemedi. Düdük sesini duymamış, koca Mont Blanc'ı görmemiş olamazdı. Gemiler birbirine yaklaşmaya devam etti. İki gemi arasındaki mesafe 50 metreye düştüğünde Thomas heyecanlı ama umutluydu. İmo gemisi son anda mutlaka bir manevra yapar ve kendi su yoluna geçerdi.

Mahmud, neredeyse tam önünde, kıyıdan ikiyüz küsür metre açıkta kafa kafaya birbirine yaklaşan gemileri nefesini tutarak seyretti. İmo, daha iri oluşuna güvenerek, Mond Blanc gemisinin manevra yapmasını ve kaçmasını beklemiş olmalıydı. Ama Mont Blanc kendi yolunda tam yol devam etti. Manevraya başlamakta geciken ve çarpışacaklarını anlayan İmo, bir anda geri motorlarını çalıştırarak yavaşlamaya, durmaya çalıştı. Ani reaksiyon nedeniyle gemi sola doğru kendi ekseninde döndü ve burnu Mont Blanc'ın sol ön tarafına saplandı. Thomas, son ana kadar olacağına inanmadığı çarpışmanın etkisiyle güvertede hızla yere yuvarlandı. Birbirine giren metallerin çıkardığı acaip ses, limanda ve Thomas'ın kulaklarında yankılandı. Ayağa kalktığında düşündüğü tek şey, derhal gemiyi terketmekti. Ama bunu yapmadı.

Mahmut, şimdi bir ana baba gününe dönmüş rıhtımda kımıldamadan duruyordu. Çarpışma sesi hala kulaklarındaydı. Birkaç dakika geçmeden Mont Blanc'dan koyu-kara dumanlar tütmete başladı. Mahmut ürperdi ve içinden “Benzol dumanı” dedi. Başındaki kasketi çıkardı, kaşkolünü gevşetti. Sahile toplanmış olan yüzlerce insana baktı. Yanında duran iri kıyım yaşlı adama, özür dileyen bir ifadeyle, “Gemi patlayıcı madde yüklü” dedi. Adam gülümsemekle yetindi. Sahildeki insanların panayır atmosferinden ve çıkardıkları gürültüden birşey duymadığı, ya da duyduğunu ciddiye almadığı belliydi. Mahmud, “Allahım çabuk söndürsünler...” diye fısıldadı kendi kendine. İnsanlar akın akın limana, yanan gemiyi seyretmeye geliyorlardı. Limana ve denize bakan evlerin camları insanlarla dolmuştu.

Thomas, geminin ön ambarına açılan kapaklardan birini açtığında gözlerine inanamadı. Ambar tam bir alev deryasına, cehenneme dönmüştü. “Daha ne kadar dayanabilir” diye düşündü. Derhal kaptan köşküne çıktı. Gemicilere oradan emirler yağdıran kaptanı yakasından tuttuğu gibi duvara yasladı ve adamın yüzüne doğru bağırdı: “Batır gemiyi!.. Çabuk batır gemiyi. Batır ve şehri kurtar!” Kaptan Le Médec, gemiyi kurtarabileceğine hâlâ inanıyor olmalıydı. Aptal aptal Thomas'a baktı. “Söndürmeliyiz” dedi. “Gemiyi batırmak uzun sürer.”

“Elisabeth!”

Karısının ismi, Mahmud'un beyninde çınladı. Kalabalığı yararak hızla istasyona doğru yürümeye başladı. İç sesi, “gemi infilak ederse şehir diye bir şey kalmaz” diyor o da bu sesi bastırmaya uğraşıyordu. Trenin gelmesine daha vakit vardı. Ama içgüdüleri onu istasyona doğru itti. Gemi infilak ederse sadece şehir değil, istasyon da yok olurdu. İnsanlara çarpa çarpa yürüdü. Neden yürüdüğünü, istasyona yaklaştığında anladı. “O tren, bu şehre gelmemeli. Treni durdurmalıyım!” diye düşündü.

Thomas, gökte kapkara bir bulut oluşturan alevlerin hemen kenarından balıklama denize atladı. Hızla sahile doğru yüzdü. Sahile vardığında nefes nefeseydi. Avazı çıktığı kadar bağırdı. “Gidin buradan! Saklanın! Yanan gemi patlayıcı madde dolu.” kalabalık biraz kıpırdandı, aralarından bazıları kopup şehre doğru yollandılar. Ama seyirci sayısında fazla bir eksilme olmadı. Thomas, titreye titreye sahildeki evine, Nina'ya koştu.

Mahmud istasyona geldiğinde, treni bekteyen çok sayıda insan gördü. Hepsi de bir an önce şehri terketmek istiyen Halifaxlılardı. Trenin gelmesini bekliyorlardı. Demek tehlikenin farkında olanlar da vardı. Hemen telgrafhaneye daldı. Küçücük telgraf odası boştu. Dışarıya çıktı. Memur, treni bekleyen endişeli yolcularla konuşmaktaydı. nefes nefese konuşmaya çalışan Mahmud'u anlamakta güçlük çekti. Panik içindeki Mahmud'un İngilizcesi iyice bozulmuştu. Kendini ifade etmekte zorlandı. “Treni durdurun” demeye çalışıyordu. Mahmud'u neden sonra anlayan memur, “yok” anlamında başını salladı. Rahatını bozmaya pek niyetli görünmüyordu. Treni bekleyen yolculardan bazıları da Mahmud'a dik dik baktılar. Hepsi, Halifax'ı 9 treniyle terketmek istiyorlardı. Mahmud, kimseyi dinleyecek durumda değildi. Kendini toparladı, dişlerini sıktı ve kısa boylu memuru, doklarda kaldırdığı uzun çelik levhalardan biri gibi sımsıkı tutarak telgrafhaneye sürükledi. Adam fena halde korkmuştu. “Bak” dedi. “O trende karım ve oğlum var. Birazdan bu şehir haritadan silinecek. O treni derhal durdurmanı istiyorum. Şimdi, hemen!” Memur, bu atletik yapılı esmer adamın garip aksanından ve sıkılı yumruklarından çekinerek "Tabii bayım tabii" diyerek kendini kurtardı. Hemen telgrafın başına oturdu.

Mahmud, adamın başında, telgraf tıkırtılarını dinledi. Memur, “İşte oldu” diye arkasına yaslandığında rahatlamış, panik halinden kurtulmuştu. Masanın yanındaki boş sandalye çöktü. Memur, The Turk'ten ikinci bir emir bekliyordu. Mahmud ona "gidebilirsiniz" falan demedi.

“Bir telgraf daha çekmenizi istiyorum."

Bu kez çok kibardı. “Aynı adrese, trendeki yolculardan birine ulaştırılmak üzere, Elisabeth Mahmud adına...” dedi. Memur, eli telgraf vericisinde Mahmud'un sözlerini bekledi. “Sevgili Eli. Seni seviyorum, her zaman sevdim. Bunu hiç unutmamanı istiyorum. Sana yaptığım haksızlıklar için lütfen beni affet. Oğlumuza iyi bak. Hakkını helal et.” Telgraf tıkırtıları kesildiğinde Mahmut, "Bir daha asla" diye mırıldandı. Dışarıya çıktı. Bekleme salonunun peykelerinden birine oturdu ve itinayla ince bir sigara sardı.

Saat 9'u 4 geçe, kulakların duyamayıp hemen sağır olduğu, bedenleri savuran büyük bir patlama oldu. Patlama sırasında sahilde gemileri seyredenler yanarak öldüler. Mont Blanc'tan yaklaşık 200 metre uzakta demirleyen beş bin tonluk İmo gemisi, iki mil öteye uçtu ve karaya oturdu. Mont Blanc, beşbin derecelik patlama ısısıyla büyük ölçüde buharlaştı. Patlamayla göğe doğru üçyüz metre fırlayan kızgın çelik parçaları şehre yağmur gibi yağdı. Geminin beşyüz kiloluk çapasının yarısı, iki mil uzakta bulundu. Koca gemiden elle tutulur, geminin neresi olduğu anlaşılan sadece iki parça bulundu. Patlama öyle şiddetliydi ki, şehrin sahil şeridi ve sahilden geriye doğru uzanan mahalleleri, karşı kıyı tamamen veya tanınmayacak-oturulamayacak şekilde yıkıldı. 25 kilometre çaplı bir alanda hasarsız tek bir bina bile yoktu. Okullar, evler, fabrikalar ve tabii tren istasyonu yokoldu. Patlamanın şiddetinden sayısız ceset ve ceset parçaları ağaçlara, telgraf tellerine takıldı ve kilometrelerce uzaklara savruldu. Şehirde yaşayan ve hayatta kalanların çoğu bir süre ne yapacağını bilemeden, şok halinde dolaşıp durdular. Çoğu, Almanların saldırdığını sanmıştı. İlk yardımı, dışarıdan gelenler yaptı.

Halifax'da beklenen trenin saat dokuzda istasyonda olması bekleniyordu ama tren gelmedi. Telgraf işe yaramış, tren durdurulmuştu. Yolculardan hiçbirine bir şey olmadı. Hepsi patlamayı duydu. Duymamak imkansızdı. En yakındaki sismograf, o zamana dek ülkenin bildiği en şiddetli depremi kaydetti.

(Not: Mahmud, Elisabeth, Thomas ve Nina dışında bütün kişi ve olaylar gerçektir. Mont Blanc'ın kaptanı ve mürettebatın bir kısmı, gemiyi zamanında terkederek patlamadan kurtulmayı başardılar. Halifax'a gelmesi beklenen tren de telgraf çekilerek durduruldu, terndeki yolcular mutlak bir ölümden kurtarıldı. Telgraf çekerek yüzlerce insanın hayatını kurtaran telgraf memuru ve yanındakiler, patlama sonucu hayatlarını kaybettiler)

30 Ekim 2008 Perşembe

Sahnelerin Yıldızı!


Sahne arkasında küçük bir arıza olduğu belliydi. Salonu son koltuğına kadar doldurmuş seyirciler sabırla beklemekteydirler. Arıza bir türlü giderilemedi. O sırada en önde oturan kel kafalı altmış yaşlarında smokinli bir seyirci, yüzünde palyaçolara eş komik bir ifadeyle sahneye çıktı. Sağına soluna bakarak birşeyler aradı. Hareketleri öyle acemice, öyle çocukça ve öyle komikti ki, seyirciler gülmeye başladılar. Adamın acamiliği üzerindeydi. Her yaptığı hareket ve mimik, izleyicileri güldürüyordu. Nihayet sahneden inmeye niyetlendi. Ayağı takılıp öyle bir düştü ki, seyirciler gülmekten yerlere yattılar. Ardından, dinmek bilmeyen bir alkış tufanı geldi.

Alkışların nedenini merak eden tiyatro müdürü George C. Backer, yanında ünlü tiyatro eleştirmeni Anton Bergmann ile birlikte hemen özel locaya koştu. Orta yaşlı iki adam, çok özel seyirciler ve bizzat müdürün oyunu izleyebilmesi için yapılmış küçük locadan, sahnedeki ufak tefek adamı ve kahkahalarla gülen seyircileri seyrettiler. Backer, hem adamı alkışlıyor, hem de ufak-tefek tiyatro eleştirmenine, uzun zamandır bu kadar büyük alkış ve kahkaha tufanı yaşamadığını söylüyordu. Sahnedeki adam sürekli eğilip seyircileri selamlamakta, bazı komik hareketlerini tekrarlamakta, derken yeniden düşmekte ve kahkahaları alkışlar izlemekteydi. Uzun uzun alkışlanan adam salonu defalarca selamladı ve nihayet büyük bir ciddiyetle yerine oturdu.

Perde açılıp oyun başladığında, asıl oyunun aktör ve ektristlerinin şaşkınlıklarını gizlemekte zorlandıkları görülüyordu. Bu küçük sürpriz onları da etkilemişti. Birinci perdeden sonra verilen arada Anton Bergmann, herkesi güldüren seyirci Theodor Mussly ile kısa bir röportaj yaptı. Adam amatör bir oyuncuydu ve seyircileri fazla bekletmemek gerektiği düşüncesiyle sahneye çıkmıştı. Ertesi gün, ülkenin en büyük gazetesinde, büyük eleştirmen Bergmann'ın haftalık yazısı yayımlandı. Yazıda, tiyatro sanatı adına adına büyük bir keşiften söz edilmekte, seyirciyi bu kadar etkisi altına alabilen bir oyuncuya uzun zamandır rastlanmadığı anlatılmakta, sahnelerin yeni yıldızı Mussly göklere çıkarılmaktaydı.

Yazı büyük yankı uyandırdı. Basın ve sanat dünyası, yeni yıldızı merak etti. İlgi o kadar yoğundu ki, tiyatronun müdürü George C. Backer, Theodor Mussly'ye o ünlü teklifini yapmak zorunda kaldı ve Mussly'den o kısa gösterisini haftasonları, sahneye yeni konan malum oyundan hemen önce yapmasını teklif etti. İlk gösteride tüm biletler satılmıştı, insanlar bu kez o kadar gülmediler, ama oyun kapalı gişe oynamaya devam etti. Mussly başka tiyatrolardan da teklif aldı.

Basının yaptığı araştırmalar sonucu, sahnelerin yeni yıldızı hakkında ilginç bir gerçek de ortaya çıktı. Theodor Mussly, Bir akıl hastasıydı ve sahneye çıktığı gün, akıl hastanesinin özel bir izniyle, bütün arkadaşları ve doktorlarıyla birlikte gelmişti tiyatroya. Sahneye çıkışını, birkaç yakın arkadaşıyla birlikte organize etmişti. Tiyatro perdesini açan mekanizmanın 'tesadüfen' arızalanması, bu girişimi kolaylaştırmıştı. Gösteri doktorların da hoşuna gitmiş, onlar da kendilerini salonun havasına ve kahkahalara kaptırmışlar, akıl hastanesinin yetenekli oyuncusuna müdahale etmemiş, edememişlerdi. Mussly'nin sahneye çıktığı an çeşitli nedenlerle salonun dışında, tiyatro fuayesinde bulunmaktaydılar. Zaten hastane müdürü, Theodor Mussly'nin hastane tiyatro grubundaki yapıcı tavrını herzaman desteklemiş ve onun refakatçi bir doktor gözetiminde başka tiyatrolarda sahne çalışmalarına katılmasına izin vermişti.

Ülkenin en iyi eleştirmeni sıfatını, hayatı boyunca çalışıp didinerek edinmiş asık yüzlü Anton Bergmann, hiçbir delilik belirtisi göstermeyen Mussly'nin sözlerine dayanarak ve kendini salondaki coşkulu havaya kaptırarak yazdığı övgü yazısıyla önemli bir hata yaptığını düşünmekteydi. Theodor Mussly, yaptıkları sohbet ve röportajda, akıl hastanesinden hiç bahsetmemişti. Büyük eleştirmen, kendini bir amatör gibi kahkaha ve alkışların büyüsüne kaptırmış, Mussly'yi fazla araştırmaya gerek duymadan döşendiği yazısında, adamı göklere çıkartmıştı. Böyle bir hatayı nasıl yaptığını aklı almıyor, kendine kızıp duruyordu. Herşey bir yana, seyircinin olumlu ve coşkulu tepkisinin akıl hastalarının abartılı reaksiyonlarıyla alakalı bir durum olabileceğini hiç ama hiç düşünmemişti. Öyle ya, bir kişi deli olabilir... On kişi de deli olabilir... Ama beşyüz deli nasıl bir araya gelir de bir başka deliyi ciddi tiyatro seyircisi tavırlarıyla bu kadar uzun süre can-ı gönülden alkışlar?!.. Normal hayatta seçkin bir tiyatronun seçkin seyircileri, bir oyuncuyu böyle çılgınca alkışlarlarsa, o alkışlara güvenilir, alkışlanan kişinin yeni bir yıldız olduğu da düşünülebilir... düşünülemez mi? (Düşünülemez!) Neden olmasın?! Anton Bergmann, bu monoloğu içinden takrarlayıp duruyor, sonra kızıyor, öfkeleniyor, öfkesini kendinden ve etrafındakilerden çıkarıyordu. Theodor Mussly'nin bu şartlar altında, hafifliğinin elbet ortaya çıkacağını, adamın kısa zamanda sahnelere veda etmek zorunda kalacağını, bu ihtimalin yüksek olduğunu düşünen eleştirmen, onu rahatsız eden 'Sahnelerin Yıldızı' balonundan ve vicdanının sesinden kurtulmak -ama en çok da kendi prestijini kurtarmak istiyordu.

Oturup yeni bir yazı yazdı. Yazıda, yavaş yavaş seyircisi azalan yeni yıldız hakkında, "Theodor Mussly çok yetenekli" demekteydi; "ama yeteneği küçük repertuvarıyla kısıtlı. İyi bir oyuncu olabilmek için daha fazlası gerek." Büyük ününü eleştirmene borçlu olan, tiyatro sahnelerinin çiçeği burnunda yeni yıldızı, hemen tiyatro müdürü ve doktorlarından on günlük izin aldı. Amacı, repertuvarını en kısa zamanda genişletmek ve popülaritesini artırmaktı. Bunun için bir dakika bile bekleyemezdi. Gerekli izinleri alarak derhal yola çıktı. Refakatçi doktorunun kullandığı bir arabayla yola koyuldu. Hastane müdürünün özel çabalarıyla, yüz kilometre uzaklıktaki tanınmış bir tiyatro okulunda, ona özel yoğun ve hızlı bir eğitim programı hazırlandı.

Harika bir gündü. Serin ama güneşli havada, sarp dağların eteklerinde, yolculuklarının hedefine doğru kıvrıla kıvrıla yol almaktadırlar. Theodor Mussly çok sabırsızdı. Durmadan konuşuyor, yeni replikleri refakatçi doktora anlatıyor, meşhur mimklerini de konuşturarak onu kahkahalarla güldüyordu. Sahneye çıktığı o günden sonra iki yakın arkadaş olmuşlardı.

Theodor Mussly, çalışmalarına başlayacağı anı iple çekmekteydi. Elinde olsa derhal başlamak istemekteydi. Aklına gelen bir numarayı, direksiyondaki refakatçisi, arkadaşı, doktoruna hemen göstermek istedi -ama bunun için doktorun arabayı o an durdurması gerekiyordu. Mussly'yi kıramayan doktor, komik arkadaşının ısrarlarına dayanamayıp ıssız yolda durdu. Arabadan inen Theodor Mussly, arabadan inmeyip şoför mahallinden onu seyreden doktora şaklabanlıklar yaparak on adım attı ve bütün komikliğini sergildikten sonra onbirinci adımında unutulmaz bir düşüş numarasıyla gösterisini sonlandırdı.

Düşerken yüzünde, repertuvarını önemli ölçüde genişletmiş olmanın ve gerçek bir sanatçı mertebesine erişmenin mutluluğu okunmaktaydı. Doktoru, o ifadeyi göremedi tabii. Theodor Mussly'nin cesedi, uçurumun ikiyüz metre dibinden ancak dört saatte çıkarılabildi.

Mussly düşerken katıla katıla gülen ve ona mukayyet olmayan, onu uyarmayan doktoru yargılanıp, iki yıl hapis ve meslekten men cezasına çarptırıldı. Hastane ve tiyatro müdürleri istifa ettiler. 'Sahnelerin Yıldızı'nı keşfeden Anton Bergmann, keşfi hakkında yeniden övücü ama yarım gönüllü kaçamak birşeyler yazdı ve yazısını "Elveda" diye bitirdi. Yazar, sadece Mussly ile değil, kendi okurlarıyla da vedalaşıyordu. Nitekim yazılarına son verdi ve daha sonra bir sahil kasabasına yerleşti.

Theodor Mussly dünya tarihine, "dünyanın en kısa güldürüsünü sahneleyen en başarılı komedyen" olarak geçti. Mussly'nin akıl hastanesindeki yakın arkadaşlarına gelince... Bir ay kadar sonra, içlerinden üçü hastaneden kaçarak farklı tiyatrolarda, oyunlardan önce sahneye çıkıp komiklik yapmaya kalktılar ve göz altına alındılar. Ertesi gün, ünlü eleştirmen Bergmann'ın daha önce yazılarının yayımlandığı gazetede şöyle bir haber çıktı: "Hastalar ifadeleri alınmak üzere mahkemeye götürülürken basına, 'Tiyatrocu Gerilla' adlı bir örgüte mensup olduklarını ve eylemlerinin süreceğini söylediler."

21 Ekim 2008 Salı

Firavunun mezar soyguncuları



Firavunun yüzü hiddetten kararmıştı. On adım ötesinde, yüksek tahtının ayak ucunda secde eden üç adam da yaprak gibi titremekteydiler. Firavun, babasının piramidine girerek onun mezarını talan etmeye cürret eden hırsızlara, böcekleri incelermiş gibi merakla ve iğrenerek bakıyordu. Adamlar ahşap boyunduruklarla birbirlerine bağlanmışlardı ve arkalarında, tırpan kılıçlı, kısa mızraklı izbandut gibi iki muhafız durmaktaydı.

Halktan ölümlülerin bir firavuna bu kadar yaklaşması görülmüş şey değildi. Paçavralar içindeki üç adam, işaret üzerine başlarını kaldırdılar. Firavuna bakmaları yasak olduğundan, gözlerini indirip dizleri üzerine oturdular.
Firavun, yüksek altın tahtının yanında duran hizmetkarını bir işaretle yanına çağırdı ve kulağına, kimsenin duyamayacağı bir sesle birşeyler söyledi. Hizmetkar, yüksek merdivenlerden indi ve diz çöken adamlardan ortadakini dürterek, hırsızlığı nasıl yaptıklarını anlatmasını istedi.

Hırsız, kesinlikle öleceğine inandığından, hiç olmazsa ölüm biçimini hafifletmek amacıyla, umursamaz sakin bir ses tonuyla anlattı. Onlardan daha yüksek bir yerde bağdaş kurmuş oturan yazıcı, kucağındaki tablet üzerinde duran papi
rüse not almaya hazırlandı.

"Alışık olduğumuz gibi gece yola çıktık. Elimizdeki plana göre piramide nereden gireceğimizi biliyorduk. Önce meşaleleri yakıp yeraltı odasına indik. Odanın girişindeki duvarı kırdık. Kutsal efendi firavun ve hanımının tabutlarını bulduk. Mezar odasındaki eşyalardan sadece altın olan ibrik ve kapları aldık, tabutları açtık. Firavunun mumyalanmış kutsal bedenini gördük. Ağır tabutun içi tamamen altınla kaplanmıştı. Hanımının tabutunun içi de altınla kaplanmıştı. Tabutların üzerleri değerli taşlarla süslenmişti. Mumyaları tabutlarından çıkardık, tabutların içindeki değerli kolyeleri, gerdanlıkları, diğer takı ve mücevherleri aldık. Sonra..." Adam yutkundu ve devam etti.
"Sonra tabutları yaktık."

Firavunun hizmetkarı, elindeki kısa asayla dürterek susturdu adamı. Öfkesine güçlükle hakim oluyordu. Ne de olsa, Firavunun babasına da hizmet etmiş, ona her zaman sadık kalmış, onu bir baba gibi sevmişti. Sesi titreyerek sordu.


"Neden yaktınız? Aldıklarınız yetmedi mi?"


Adam, sakinliğini yitrmeden sözlerine devam etti.


"Tabutlardaki kıymetli taşları ve altını, gümüşü çıkarmak için yaktık."

"Aldıklarınızı ne yaptınız?"


"Aramızda paylaştık. Her birimize elli deben altın düştü. Sadece firavunun hükümdarlık yüzüğünü
bize planı getiren kişiye verdik. Yüzükten başka birşey istemedi."

Firavun asasıyla işaret edince, hizmetkar yerlere kadar eğildi ve merdivenleri çıkarak firavunun yanına geldi. Bu arada muhafızlar hırsızları kaba hareketlerle secde etmeye zorladılar.
Hizmetkar yeniden hırsızların yanına indi ve iğrenerek sordu.

"Haritayı getiren kişi nasıl biriydi?"

"Kendisini sadece iki kez gece vakti gördük, ikisinde de pelerinliydi ve yüzünde altın bir maske, belinde keskin bir kılıç vardı. Genç biriydi. Hep yalnız geldi. Saçları zeytinyağıyla, bedeni çiçek esasıyla ovulmuş olmalı. Saraya mal getirip götüren Hititli tüccarlar gibi kokuyordu."

"Kimin nasıl koktuğunu nereden biliyorsun sefil?"
Hizmetkar hırsıza vurmamak için kendini zor tuttu.

"Babam Hititli bir tüccarın hizmetkarıydı. O tüccar da öyle kokardı. Çocukluğumdan hatırlıyorum."


"O adamı sizlerden başka gören oldu mu?"

"Hayır."

Firavunun hizmetkarı, piramidin haritasını getiren adam hakkında sorular sormaya devam etti. Adam koku, kılıç ve altın maske dışında önemli bir ayrıntı hatırlamıyordu, aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. Hizmetkar son sorusunu da çeşitli biçimlerde tekrarladı. Sordukça heyecanı artıyordu. Yaşlı hizmetkar, sorguya saatlerce devam etti.

Sonra firavun ayağa kalktı. Herkes eğildi. Hırsızların yüzleri yerlere bastırılıp öyle tutuldu.

Duvarları renkli fresklerle, yazılarla ve resimlerle kaplı büyük salonun kapıya yakın en alçak kısmında duran hırsızlar, muhafızlar tarafından itilip çekilerek dışarı çıkarılırken, firavunun hizmetkarı, kocaman gözlerle firavuna baktı.

Firavun muhafızlarına hizmetkarını gösterdi. Odanın giriş kapısının iki yanında sıralanmış hareketsiz duran muhafızlardan dördü hareketlendi ve yaprak gibi titremekte olan hizmetkarın iki koluna girdiler. Diğer ikisi arkada, uygun adım salonu terk ettiler. Hizmetkar dışarıya çıkarılırken sendeledi. Muhafızlar öyle sıkı tutuyorlardı ki, düşmesi mümkün değildi. Başını eğdi. Kaderine razı olmuş görünüyordu.
Salondan çıkarılırken, sadece kendi duyabileceği bir sesle kendikendine sorup duruyordu.

"O adamı sizlerden başka gören oldu mu?.. O kokuyu sizden başka duyan oldu mu?.. Oldu mu?"


Firavunun muhafızları, hizmetkarın başına, konuşmasını engelleyen, ama gözlerini açıkta bırakan demir bir maske takıp, hiç çıkarılmamak üzere perçinlediler ve hırsızlarla birlikte diri diri yakılıncaya kadar hiç kimsenin ona yaklaşmasına izin vermediler.

11 Ekim 2008 Cumartesi

'Hikaye Netleştirme Dümbülü'nün icadı


Drazdiş Nadislaz, 1902 doğumlu Doğu Avrupalı bir kelebek kolleksiyoneridir. Dağda-kırda-bayırda kelebek peşinde koşarken tepeleme çakıldığı alçak bir uçurumun dibinde, hayatını değiştirecek yepyeni bir hikaye keşfeder. Hikaye, tepesine kelebeklerin konduğu boz bulanık bir çiçektir ve anlaşılabilmesi için netleştirilmesi gerekmektedir.

Drazdiş, henüz çocuk denecek yaşlarda gezindiğinden acele etmez. İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasını bekler ve savaşta ailesiyle bir sığınağa sığınıp çeşitli merceklerle uzun bir netleştirme çalışmasına girişir. Boş zamanlarında çocukluk edip oyun da oynar, kitap da okur. Arada dışarı çıkıp kurşun yağmuru altında romantik gezintiler yaptığı ve kelebekli gençlik günlerini yadettiği de olur.

Nihayet savaş sona erip yağmur dinince -her nedense- ailesiyle Almanya'nın Rus işgal bölgesindeki Dresden'e taşınan genç adam, orada ilk 'hikaye netleştirme dümbülü'nü imal eder. Elindeki tek örneği, yolun başındaki Bilim Enstitüsü'ne götürüp bilim adamlarından kurulu bir kurula gösterir. Bir tür hayatı okuma gözlüğü sayılan bu optik gereç, ortalıkta gezinen görünmez hikayeleri ortaya çıkarmaya ve anlamaya yarayan sofistike bir alet olduğundan, yerel Komünist Parti fonksiyonerlerinin hemen dikkatini çeker. Onlar ve gizli servis elemanları, bilim adamlarını kenara iterek Drasdiş Nadislaz'ın yanına otururlar ve söz verdikleri üzere onun hayatını değiştirirler. Drazdiş'e bir ev bir otomobil ve akademide bir iş verirler. Yaptığı alet hakkında tüm bildiklerini ve teknik sırlarını öğrendikten sonra da kafasına dokuz milimetrelik cilalı bir kurşun sıkarlar. Kurşun orada ilelebet kalır, ama dümbül işi orada kalmaz.

Bilim adamları Aleti, geçmiş Varşova Paktına mensup KGBeCe ve DeE gizli servislerinde kullanmak üzere imal etmek istemektedirler. Harıl harıl çalışan diyalektik materyemez bilim adamlarının tüm çabaları boşa gider. Dümbül işlemez. Bu arada Drasdiş'in kelebekleri canlanır, bulduğu hikayeler uçar, hatta cesdinden dişleri çıkarılıp alette onun DNA'ları bile takılır ama I-ıh... Ve nihayet bir mucize olup komünizm bile çöker ama bilim adamlarının aleti bir türlü işlemez. Ülkenin çöktüğü gün, araştırma programı da aynen iptal edilir.

Dresden Bilim Enstitüsü başkanı Ottfried Dandikowski, Doğu Almanya'nın ortadan kalktığı gün, akademiyi terkeden son kişi olarak ışıkları söndürür, kapıyı kapatır, Batı Almanya'ya gitmek üzere gaz tenekesinden yapılma Trabant marka otomobiline biner. Daha bir iki adım gitmiştir ki, direksiyonuna bir kelebek konar. Kelebek o kadar güzel o kadar güzeldir ki, onu ürkütmemek için direksiyonu milim kımıldatmaz. Kullandığı gaztenekesini, son süratle (saatte 80 km), koca bir KolaRuska ağacına sürer. Kırk küsür yıllık köhne gazoz ağacı çetin materceviz çıkar ve sosyalist bilime geçit vermez. İşte şişelerin kırıldığı o an, dümbülün püf noktasını da anlar Dandikowski: Kelebekler!.. Yaa evet, kelebekler! "Kelebeklerle ilgili sorun çözülürse alet işler ve Batı Almanya'da küçük bir firma kurulur hem belki zengin bilem olunur" diye düşünür Dandikowski. Ve hemen arabadan iner, sır dolu dosyaları almak için sevinçten uça uça akademiye döner, adeta duvarlardan geçerek odasına girer, masasına oturur ve önemli bir işe başlamadan önce âdet edindiği üzere Çek malı kara kurşun kalemini eline alır... Yok alamaz!.. Kalemi bir türlü alamaz... Tutamaz. Uğraşır, didinir, yırtınır, ama ı-ıh! Sanki kalemin atomlarının boşlukları maddeyle dolmuştur da ağırlaşıp masayla bütünleşmiştir, masa da yerle bütünleştiğinden Alp dağları gibi ağırdır, yerinden kımıldamamaktadır felan. Dandikowski, işte böyle, bildiği tüm bilim ve de ilim formüllerini teorilerini, onların reel ve sürreel pratiklerini geçirir aklından, çıldıracaktır! Yok bir izahat bulamaz bu olaya.

Ve sabah olur. Fikirsel yorgunluktan uyuyakalan Bilim Enstitüsü başkanı, yaşadıklarının bir kâbus olduğu umuduyla koltuğunda uyanır, kalkar, gerinir ve açık pencereden dışarıyı seyretmeye başlar. Hava harikadan da ötedir. Bakar ve bir şeye çok şaşırır... Tanıdığından daha genç, ilkgenç bir adam -Evet o!.. Nadislaz!- bahçede kelebek peşinde koşmaktadır. O kadar mutludur ki, elindeki kocaman kelebek filesini estetik hareketlerle savurarak adeta dans etmektedir. Alim Prof. Dr. Ottfried Dandikowski, allak bullak, heyecanı şeyine karışmış, ağzı açık vaziyetlerde, Nadislaz'ı seyreder uzun süre. Çocuk veya genç, yani Drazdiş Nadislaz, kelebeği bir türlü yakalayamamaktadır.. Yok!.. Yakalamamaktadır. Sadece yakalamak ister gibi yapmaktadır.

Nadislaz'ın oynayıp kovalayıp dans ettiği beyaz kelebek, havada neşeli kavisler çizer, orijinal bir bebek melodisi eşliğinde uça uça gelir ve nihayet pencereden girer, akademi başkanının içinden geçerek masanın üzerindeki kalemine konar. Hikaye, işte o zaman netleşir, dümbüle-mümbüle gerek kalmaz. Büyük âlim Prof. Dr. Ottfried Dandikowski'nin yüzüne mutlu bir gülücük yayılıp yerleşir ve orada ilelebet kalır.

7 Ekim 2008 Salı

G. Christoph Lichtenberg / Metafor



Metaforlar, yazarlarından çok daha akıllılar. Ve birçok şey de böyle işte. Herşeyin bir düşük hali var. Gözü olan herşeyi, herşeyde görebilir...

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Alfred Polgar / Sosyal Düzensizlik


Sabaha asılacak olan zavallı günahkara, "Akşam yemeği olarak ne alırdınız" diye sordu hapishane müdürü. "İstediğinizi yiyip içebilirsiniz."

"Çok yazık" dedi mahkum. "Çok yazık! Bunu üç ay önce sormuş olsaydınız, o gasp ve cinayet hiç vuku bulmazdı."

Billy Wilder / Ghostwriting

"Its called ghostwriting. It's very profitable profession."

"For the ghost?"

"For the writer."



Billy Wilder'ın 'Rhythm On The River' (1940) filminde oynayan Bing Crosby ve Mary Martin için yazdığı diyalog.

29 Ağustos 2008 Cuma

Sahte

Adam, müzeler için eski tabloların kopyalarını, eşsiz tabloların müzelerde sergilenen sahtelerini üretiyordu. İşleri ters gitti, borca battı. Müzeler tablolarını bilgisayarlara yaptırmaya başladılar. Adam renkli ve lüks hayatına çok alışmıştı. Para gerekliydi, çok para. Bu kez, işsiz kalmış eski mafya üyeleriyle birlikte sahte Dolar üretip Rus ve Arnavut mafyalarına sattı.

Sahte Dolarları aklamak üzere satın almaya gelen mafya elemanları sahte çıktı.


Hans-Jürgen Kuhl'un hikayesi...
Andy Warhol'un yakın arkadaşı ünlü sanatçı, para sıkıntısı nedeniyle, en mükemmel sahte Dolar'ları tasarlayıp üretti.
Kuhl, 2008 Ağustos ayı ortasında tutuklandı.

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Karl Valentin / İstasyon uzak mı?


Münih'te şehre yabancı biri, "buradan istasyon uzak mı" diye sormuş. Karl Valentin; "Bu istikamette devam ederseniz 40.000 kilometre" demiş. "Ama dönüp ters istikamette devam ederseniz beş dakikalık mesafede."

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Wolfgang Borchert / Bir okuma kitabı hikayesi



Savaş bitince asker eve döndü. Ama ekmeği yoktu: Ekmeği olan birini gördü: onu öldürdü:
'Kimseyi öldürmemelisin' dedi hakim: 'Neden öldürmeyeyim?' diye sordu asker.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Arthur Schopenhauer / Oklu Kirpiler



Kış soğuğu, oklu kirpi topluluğunu, donmaktan korunmak için iyice birbirine yanaşmaya zorladı. Fakat hemen, onları birbirlerinden uzaklaştıran, birbirine batan oklarının farkına vardılar. Ne zaman ısınma ihtiyacı onları birbirine yaklaştırsa hep bu ikici sıkıntı tekrarlandı; bu iki dert arasında gidip geldiler, ta ki birbirlerine uygun, birbirlerine dayanabildikleri bir mesafe buluncaya kadar.


O mesafeye 'Nezaket ve güzel ahlak' dediler.

22 Ağustos 2008 Cuma

Oyuncak ayı


Deprem fena vurmuştu. Çocuk odasının bir duvarı tamamen çökmüştü. Ağlayan küçük kızını elinden çekiştirip duran annesi, onu evi derhal terketmeye ikna etmeye çalışıyordu. Küçük kız, kendinden iki misli büyük pofuduk ayısını almadan binadan çıkmak istemiyordu. Koca oyuncak ayıyı dört kat aşağıya taşımaya hiç niyetli görünmeyen annesi, onca dil döküp susturamadığı kızına karşı son kozunu da kullandı: "Ya ben ya o" dedi. Küçük kız ayısını seçti ve hayatının ilk dayağını yedi.

Yeniköy - İstanbul

21 Ağustos 2008 Perşembe

ikizler


Varlıklı bir tüccarın beş yaşındaki ikiz oğulları, evde buldukları boş şişeleri satarak harçlıklarını çıkarıyorlardı. Daha küçükten girişimci olmayı öğrenmeliydiler. Dondurmacıyla, babalarından öğrendikleri gibi pazarlık yapıp anlaşmışlardı: Üç şişeye bir dondurma.

Yeterli sayıda boş şişe bulamadıkları bir gün, bodrumda unutulmuş eski tozlu şişeleri değerlendirmeyi düşündüler. İçlerini bahçeye boşaltıp, karşılığında bu kez iki 'kaymaklı' dondurma aldılar.

Dondurmacı o gün ikinci bir anlaşma önerdi: Şişeler dolu olmak koşuluyla, her eski şişeye bir dondurma, üzerinde Petrus yazan dolu şişelerin her birine iki 'kaymaklı' dondurma, iki de Cola.

İkizler anlaşmayı, kısa bir pazarlıktan sonra kabul ettiler.

20.8.08, Yeniköy - Istanbul

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Anton Çehov / Sevgili



N., karısının onu aldattığını anlar. Kızar, bozulur, ama tereddüt içindedir, susar. Susar ve kadının sevgilisinden borç alır ve kendini şerefli biri saymaya devam eder.

Billy Wilder / My English




My English (accent) is a mixture between Arnold Schwarzeneger and Archbishop Tutu.

19 Ağustos 2008 Salı

Tomi Ungerer / Bay Knolle Spross


Bay Knolle Spross her sabah tren garına gider ve her sabah treni kaçırır.

Yedi yıl boyunca bir kerecik olsun treni yakalayamamıştır.


"Gar saati her zaman benim saatimden beş dakika ileri diye" hayıflanır. "Ama hiç olmazsa çalışmak zorunda kalmıyorum."

14 Ağustos 2008 Perşembe

Ennio Flaiano / Aşk mektubu



Adam, bir edebiyat dergisinde çalışmakta, gelen yazı ve hikayeleri okumaktaydı. Günün birinde bir aşk mektubu aldı: Mektup hoşuna gitmedi; ama birkaç satırı çizilir ve sonu yeniden yazılırsa, uygun olabilirdi.


F. Scott Fitzgerald / Cinayet


Bir sivrisineği kâğıdın üzerinde halletti
ve cesedini silgiyle ortadan kaldırdı.


12 Ağustos 2008 Salı

En uzun bacaklar


Boy 1.98. Kilo 85. Ayakkabı numarası 45. Bir numara daha büyük olsa, denizde yüzerken palet niyetine de kullanılabilir. Ama durun bir dakika... Böyle konuşabilmek için, sözü erilen kişinin bir erkek olması gerekir. Hayır. O bir kadın hem de tüm kıvrımlarına kadar (sapına kadar değil)... E bir kadın söz konusu olunca, iş değişiyor tabii.

Nora, grafikerlik ve fotorafçılık yapıyor. Güzel bir kadın olduğundan resmi, çalıştığı ajansın ve başka ajansların fotomodel kataloğunda da yer alıyor. Görünümüyle hiç çelişmeyen kuğu gibi uzun bir boynu var (erkek olsa 'zürafa gibi' diyebilirdik). Kömür karası sipil sipil saçları, boynunu örtmeyecek uzunlukta düz kesilmiş, önleri uzun ve yüzünün bir kısmını örterek ona gizemli bir hava veriyorlar. Pırıl pırıl ışıklı kara gözlerini birine dikti mi, karşısındaki mutlaka bocalıyor, gözlerini indiriyor. O gözlerde hem güç, hem küçümseme, hem tehdit, hem de yüksek özgüven var -sevgi pek görünmüyor. Ve Nora'nın özgüveni uzun boyundan da yüksek.


Nora, tek tabanca, yalnız gezen, erişilmez güzellikte. Maçolar için gerçek bir tehdit. Bazen bir erkek avcısına dönüşüyor. Kendini beğenmiş maço tiplerin, gecelik kadın tavlamaya kalkan bar dingillerinin ve parasına çok güvenen şehirli yumuşakçaların amansız düşmanı. Nora, göğe doğru uzanan muhteşem bacaklarıyla dolaşırken, her nerede olursa olsun, her nereye hangi kapıdan girerse girsin (bazen arka kapıdan -hatta bacadan girdiği de olur), mutlaka dikkat çeken biri.

Uzun objektifli fotoraf makinesini pek yanına almaz. Ama aldığında mutlaka mini giyer ve onu tanıyanlar, o gece bir erkeği dağıtacağını bilirlar. Façasını bozmaya karar verdiği kişinin kimliğini anlamak için Nora'nın objektifinin gösterdiği kişiye bakmak yeterlidir. Bu konuda, avladığı geyiklerin boynuzlarıyla duvarlarını süsleyen avcılardan farkı yoktur Nora'nın. Gülücükleriyle ve dişi hareketleriyle yumuşattığı adamı fotoraflarını çekmaye ikna eder (yoksa o sinyal vermeden kimse ona yaklaşamaz, onunla laubali olamaz).


Fotoraf çekimlerinin en can alıcı noktası, Nora'nın çömelerek kurbanının son bir fotorafını çekmesidir. Poz veren kişiye ilk sağlam darbeyi orada indirir, zira iç çamaşırı giymez. Böyle bir "olaya" verilen erkek tepkilerinin tamamına yakını "Wow, aaa" gibi ünlemlerle başladığından, Nora'nın "Ne var, ne olmuş?"unun ardından sıkı bir çene yarışı, çene savaşı gelir ve Nora yarışı da savaşı da her zaman kazanır. Mesela, "Hadi lan cüce" gibi bir lafı vardır. Ona "yok deve" vaya "zürafa" cevabını vermeye cürret edenler de, "o boyunla beni becerebilecek misin lan ufak deve" ve türevi laflarının altında kalırlar. Nora böylelelerini -eğer yakışıklı iseler- yatağa da atar. Zavallılar mutlaka pes edip meydanı terkederler. Bu arada işi tırmandırıp onu itip kakmaya kalkanların bir temiz sopa yedikleri, kesinlikle bir şehir efsanesi değildir.

Nora kara kuşak sahibi bir karate ustasıdır ve ustalığını, Seyshell adalarına altı ay önce yaptığı seyahatinde kanıtlamıştır. Adaların ünlü kumarhanelerinden birinde, sinirine dokunan altın Rolex'li bir maçoyu, adam laf dalaşıyla yetinmeyince, bir iki karate numarasıyla yere sermiştir. Sonra da kumarhanenin olaya müdahale etmeye kalkan onbeş korumasını evire çevire dövmüştür.
Erkeklerle, bir 'kullan ve çöpe at' ilişkisi kurduğundan, böyle durumlarda acıması yoktur.

Nora'nın kalıcı-daimi sevgilisi, eski kocası veya işte o meyanda bir seveni, sevileni bulunmamaktadır, ya da bulunmadığı sanılmaktadır. Ama onu tanıyanların bu ön yargısı, Nora Seyshellere ikinci kez uçtup döndükten sonra değişmiştir.

Rivayete göre, ortada profesyonel maço niyetine dolaşan korumaları patakladıktan sonra, kumarhanenin sahibi, Nora'nın attığı dayağı, güvenlik kameralarının monitörlerinden defalarca izlemiştir ve açıkçası, bu temiz dayağa bayılmıştır. Anlatılanlara bakılacak olursa, Nora'yı kumarhanesine yeniden davet etmiştir. Nora'nın kumarhane sahibini -uzaktan da olsa- diliyle yere sermeden ve hiç itiraz etmeden bu daveti kabul etmesinin nedeni, adamın Nora'ya verdiği sözdür. En uzun bacaklı afete, kumarhanesinde sınırsız dayak atma özgürlüğü tanımaktadır ve adamları adına özür dilemektedir. Nitekim Nora'nın kumarhanedeki vukuuatını polise intikal ettirmeden tatlıya bağlamıştır. Dayak yiyen zengin kumarbazı ve kendi adamlarını susturabilmek için yüzbinlerce Dolar bayıldığı söylenmektedir adamın. Uzun bacaklı kız, işte bunun üzerine, uçağa atladığı gibi, Seyshellere yeniden gitmiştir.

Nora geri döndüğünde tamamen değişmiştir. Onun 'dalıp dalıp gitmeler'ine alışık olmayan dostları ve tanıdıkları, yüzündeki mutlu ifadeden Nora'nın aşık olduğunu düşünürler -tabii gene de "Nora'nın sağı solu belli olmaz" deyip dikkati elden bırakmazlar. Nora, her gördüğüne "Wow" falan demeyen, kimbilir belki onunla laf dalaşını da kazanmış olan ve Nora'dan dayak yemeyecek kadar güçlü birini, yani kendine uygun sevgiliyi -nihayet- bulmuş mudur? E öyle görünmektedir.

Nora'nın aşkı kesinleşince, herkes, kadife gibi yumuşayan Nora'nın güçlü sevgilisini beklemeye başlar.
Nora, dostlarına hayatının erkeğini tanıştırmak istediğini bildirir. Hatta bunun için hayatının ilk partisini de düzenler ve kimseye ters bir laf etmeden tanıdığı herkese telefon edip güzel sözler sarfetmeyi, sarfederken onları partisine davet etmeyi başarır. Herkes merakla Seyshellerden gelecek adamı merak etmektedir.

O akşam Nora, kendi partisine herkesten sonra gelir. Boyu Nora'nın omuzuna bile gelmeyen çelimsiz bir adamın elinden, küçük çocuğunu gezdiren müşvik bir anne gibi tutmuştur. Davetliler şaşkın şaşkın çifti seyrederken, adam, yan odada parti için önceden hazırlanıp özenle gözlerden gizlenmiş tamirci merdivenini hemen getirip, çıt çıkarmadan çifti seyreden şakın misafirlerin önünde açar, güle oynaya iki basamak çıkar ve Nora'nın dudak hizasında onu ateşli bir şekilde öper. Şokun etkisinden henüz kurtulamamış misafirler arasında bir dalgalanma olur. Herkes, çifti alkışlamakla alkışlamamak arasında gidip gelmektedir. O zaman Nora ve sevgilisi, bocalayan misafirlere gülmeye başlarlar. Kalabalıktan gönülsüz bir alkış yükselirken, Nora ve sevgilisi kahkahalarla güler, güler, güler...

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Kurt Tucholsky / Pire


Departement du Gard'da - evet bildiniz, Nimes'in ve Pont du Gard'ın olduğu yerde: Güney Fransa'da - , orada, postanede yaşlı bekar bir kadın çalışıyordu. Kadının kötü bir alışkanlığı vardı: Azıcık mektupları açıp okurdu. Bütün dünyanın bildiği bir şeydi. Ama işte Fransa'da hep olageldiği üzere: Concierge, Telefon ve Postane, bunlar kutsal kurumlardır ve bunlar karıştırılabilir ama karıştırılmamalıdır ve sanki böyle birşey olmuyormuş gibi davranılır.

Yani bu hanım, mektupları okurdu ve hatta bazı kişilerin özel durumlarına, sırlarına üzüldüğü bile olurdu.

Departement'de güzel bir şatoda akıllı bir kont oturmaktaydı. Kontlar bazen akıllıdır Fransa'da. Ve bu kont günün birinde şöyle bir şey yaptı: Şatosuna bir noter çağırdı ve onun huzurunda bir arkadaşına şöyle bir mektup yazdı:

Sevgili Dostum,
Postanede çalışan Bayan Emilie Dupond'un, meraktan çatladığı için sürekli mektuplarımızı açıp okuduğunu bildiğimden ve onu bu iş üzerinde yakalamak istediğimden, sana ilişikte acilen canlı bir pire gönderiyorum.
Çok Selamlar.
Kont Koks

Ve bu mektubu noter huzurunda kapattı. Tabii, zarfın içine pire koymadı.

Ama mektup gönderildiği adrese vardığında içinde bir pire vardı.

8 Ağustos 2008 Cuma

Anonim / Bu ne biçim bir ülke!

Bu ne biçim bir ülkedir ki, daha sabahın yedisinde güneş doğar!

Geçmişin gelecekte kaybolup gittiği bir zaman diliminde yaşıyoruz.*

*1980'li yıllardan iki anonim duvar yazısı

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Julio Cortazar / Aşk 77


Ve yaptıkları her neyse onu yaptıktan sonra kalktılar, yıkandılar, pudralandılar, parfümlendiler, saçlarını taradılar, giyindiler ve yavaş yavaş aslında olmadıkları kişilere dönüştüler.

Franz Kafka / Küçük Fabl


Fare "Ah, dünya hergün daha daralıyor" dedi. "Önce çok genişti, beni korkutuyordu, koşmaya devam ettim ve mutluydum, uzakta sağda ve solda duvarlar görmekten, ama bu duvarlar çok çabuk birbirine yaklaştı, işte son odaya geldim ve orada köşede, ona doğru koştuğum bir fare kapanı duruyor."

"Sadece koştuğun istkameti değiştirmelisin" dedi kedi ve fareyi yedi.

5 Ağustos 2008 Salı

Eugenio Montale / Cenaze levazımatçısı


Roma'daki bir cenaze levazımatçısının adı 'İstikbal' idi. Bir de kara mizahın Jean Paul ile, Jonathan Swift ile, Achille Campanie ile öldüğünü söylerler.*

*Nobel ödüllü İtalyan yazar Eugenio Montale, 1981'de 85 yaşında Milano'da hayata gözlerini yumdu.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

John Huston / Neyi severim, neyi sevmem


Sevdiğim şeyler: Her şeyin bol baharatlısını -hem insanlarda hem yemeklerde. Her biri başlı başına sonsuzluk olan İrlanda'nın gün batımlarını. Bütün Bach-müziklerini. Birşeyleri kovalayan köpek sürüsünün havlama seslerini. Gaklayan kargaları. İlkel heykelleri. İyi vodkayı. Yaramaz çocukları ve akıllı-esprili insanları, çünkü ilginç fikirler için her zaman iyidirler.
Sevmediğim şeyler: Tavuketi. Ağlamaklı şarkılar. Çarpışan otomobil karoserilerinin çıkardığı ses. Sarhoş kadınlar. İnsanların davranış etiğine çok dikkat eden, yazarken başkalarının gözüne girmeye çalışan, tumturaklı ve kendini yücelten şeylerden başka iş çıkartamayan aşırı ahlakçı tipler.

*Rejisörün 1983'te sorulan bir soruya verdiği yanıtlar.

Billy Wilder / Neden biraz eğlenmiyoruz?

Düsseldorf'ta bir aile düşünün. Evin erkeğinin morali sıfır. Eve gelmiş ve posta kutusunda vergi dairesinden bir mektup bulmuş: Ya onbirbin Mark vergi ödenecek, ya da hapse girilecek. Karısı ona içini dökmüş: "Diş doktorumu seviyorum, seni terkediyorum." Oğlu teröristlik yaptığı iddiasıyla tutuklanmış, kızı hamile bırakılmış, üstelik bir de frengi kapmış. Ve bütün bunların üzerine biri ziyaretine geliyor ve diyor ki: "Biliyorum kötü bir gün geçirdin, ama neden biraz eğlenmiyoruz? Sinemaya gidelim ve Fassbinder'in 'Despair' filmini seyredelim."*

*Rainer Werner Fassbinder'in 1977'de çevirdiği filmin orijinal adı "Despair-Eine Reise ins Licht".
Marilyn Monroe, Jack Lemmon ve Tony Curtis'i "Some Like It Hot" (Bazıları sıcak sever) filminde buluşturan Avusturyalı/Amerikalı yönetmen Billy Wilder 2002'de hayata veda etti.

3 Ağustos 2008 Pazar

Augusto Monterroso / Dinazor



Uyandığında dinazor hâlâ yanındaydı.*




*Umberto Eco'ya göre dünyanın en kısa hikâyesi

1 Ağustos 2008 Cuma

Woody Allen / Hızlıokuma kursu


Ben bir 'hızlı okuma kursu'na katıldım ve ardından 'Savaş ve Barış'ı yirmi dakikada okudum... Konu Rusya'da geçiyor.

"Kısa tutmak, yeteneğin kardeşidir" Anton Çehov